söndag 9 augusti 2015

Doçent Dr Osman Aytar ‘çözüm süreci’ni değerlendiriyor: Barışı yeniden başlamanın koşulu silahların susmasıdır


Kürt sorunu konusunda yetkin, sosyal ve siyasal konularda çalışmaları olan, halen İsveç’in Malardalen Üniversitesinde görev yapan Doçent Dr. Osman Aytar’la son gelişmeler ışığında, çözüm sürecinin yeniden başlayabilme koşullarının nasıl yaratılabileceğini konuştuk. Kendisiyle yaptığım röportajı sunuyoruz.

Gabar Çiyan: Çözüm süreci, ateşkes, karşılıklı görüşme ve anlaşma derken, savaş seçimlerden hemen sonra tekrar başladı. Devletin burada eksiklikleri ne idi sorusuyla birlikte, daha çok Kürtlerin eksikliklerine değinmenizi, bu konuda yoğunlaşmanızı isteyecektim. Sağlıklı bir çözüm süreci için neler yapılmadı, niçin?
Osman Aytar: Bu tür çözüm süreçlerinde genel bir yöntem yok ve ülkelerin değişen koşullarında değişik yol ve yöntemler gündeme gelebilmekte. Bir çok isim değişikliğinden sonra ’çözüm süreci’ olarak adlandırılan, aslında daha çok ’çatışmasızlık’ ve ’PKK’nin silahsızlandırılması’nda yoğunlaşan bu görüşmelerin içerik ve biçimlerine bakıldığında önemli bazı problemlere sahip oldukları söylenebilir. HDP heyeti veya diğer görüşmecilerin ne kadar etkili olabileceklerini bilmiyorum, ama bırakalım sürece bir üçüncü tarafın katılması, parlamentoda temsil edilen partilerin bile yeterince bilgi sahibi olmamaları, oturulan görüşme ‘masalar’ında tarafların tanımlanmaması, görüşmelerin sürdüğü bir dönemde bile devletin en yetkili ağızlarınca PKK’nin ’terörist’ olarak adlandırılması, bu görüşmelere katılan ‘Kürt tarafı’nın kendileri dışındaki Kürt ve Kürdistanlı parti ve örgütleri sürece katmak için somut çabalar içine girmemeleri gibi nedenler, görüşmelerin hem zayıf halkaları oldular, hem de görüşmelerin her an inkar edilmesi durumunu yarattı. Nitekim Dolmabahçe Mutabakatı’na Erdoğan’ın karşı çıkmasıyla bir nevi her şey askıya alındı, hatta en son Dolmabahçe’de bulunan Yalçın Akdoğan bile oradaki ’mutabakatı’ bir nevi inkar etti. Tüm bu ve benzeri nedenlerin, HDP heyeti veya PKK adına ‘dolaylı’ katılan arkadaşlar tarafından ayrıntılı değerlendirilmesi ve önümüzdeki süreçler için önemli dersler çıkarılması gerekir diye düşünüyorum.

Gabar Çiyan: Çözüm sürecin bitimi, HDP’nın başarısına bağlıyanlar var. YPG’nin IS’E karşı verdiği mücadele, Kürtlerin önemli uluslararası rol almasına da kısmen bağlanılıyor. Öte yandan, ABD’nin incirlik üsü ve tampon bölge konusunda Türkiye ile kısmi anlaşması olduğu, dünya basınına sızan haberlerden anlıyoruz. Sizce, çözüm sürecine ve buna ek olarak PYD karşıtı bir ABD tavrımı gelişiyor? Yoksa, gelecekte, Türk ve Kürt tarafını ‘IS’e karşı zorlayıcı bir birliktelik çıkma ihtimali mi var? Bu konudaki düşüncenizi almak istiyordum.
Osman Aytar: Bence HDP’nin barajı geçmeyeceği ve barajı geçmeyen HDP’nin kazanabileceği milletvekillerinin de daha çok AKP’ye gideceği, Erdoğan ve AKP tarafından düşünülmüştü. Bu nedenledir ki ilk başlarda AKP, HDP’nin parti olarak seçimlere katılmasından yana idi. Fakat seçimlerden önce HDP’nin giderek önemli gelişme göstermesi ve kamuoyu yoklamalarından barajı geçebileceğinin ortaya çıkması, hem Erdoğan’ın hem de AKP’nin yeni bazı tutumlar almalarına yolaçtı. HDP’ye yönelik provokasyon ve saldırıların önemli bir bölümünün, HDP’nin gelişmesinden kaynaklanan korkuların bir parçası olarak değerlendirmek gerek diye düşünüyorum. HDP’nin seçimlerde yüzde 13 civarındaki bir oy oranı ile 80 milletvekilini kazanması, özellikle Kürdistan’da birçok şehirde AKP’yi neredeyse silme noktasına getirmesi, ’Türkiyelileşme’ söylemi ile HDP’nin Türkiye’nin de birçok yerine girmesi ve benzeri nedenlerle Erdoğan ve AKP’nin HDP’ye olan ’hıncı’nı artırdı. Kürt kamuoyundaki önemli bazı eleştirilere rağmen, HDP’nin geleneksel Türk milliyetçiliğinin, bayrak, ortak vatan, Çanakkale ruhu gibi ’kozları’nı kendi genel politikaları içinde bir ölçüde kullanması da, Erdoğan ve AKP’lileri, hatta MHP’lileri bile küplere bindirdi. MHP lideri Bahçeli ve arkadaşlarının tüm terbiye sınırlarını yerle bir eden ırkçı saldırı ve düşmanca tutumlarını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Yani HDP’nin seçim başarısı, Erdoğan, Bahçeli ve onların ‘taifeleri’nin bir nevi ‘kimyası’nı bozdu ve gerçek niyetleri ortaya çıktı. Bir diğer deyimle büyü bozuldu ve cin şişeden çıktı. HDP’nin seçim başarısı, bu anlamı ile bugünkü savaşın önemli nedenlerden biridir, ama sadece bu değil, diye düşünüyorum.

Batı Kürdistan’da Girê Spî’nin Kürtlerin eline geçmesi ve Kobani’nin Afrin’le birleşmesi senaryolarından bahsedilmesi, zaten hep Batı Kürdistan’da Kürtlerin ilerlemelerinden korkuya kapılmış, Erdoğan ve AKP’yi daha da ürküttü. Ne pahasına olursa olsun, Batı Kürdistan’da bir devletleşmeye karşı olduklarını daha açık ifade etmeye başladılar. ABD ile son anlaşmanın en büyük nedenlerin başında, özellikle Erdoğan ve çevresindeki bu Batı Kürdistan korkusu da gelmektedir. İncirlik üssünün ABD tarafından kullanılması, DAİŞ’e karşı uluslararası koalisyonla ilgili işbirliği ve benzeri konular, ABD’nin de uzun bir süredir istedikleri idi. Türkiye’nin istediği ise Batı Kürdistan konusunda Kobani ve Afrin arasında bir tampon bölge idi ki, bu Türkiye’ye göre Kürtlerin ilerlemelerini durdurabilirdi. İşte son savaş böyle bir süreçte gündeme geldi ve Türkiye, DAİŞ’e ‘fırlattığı’ bir iki füze dışında Güney Kürdistan’daki PKK kamplarına karşı yoğun bir savaş başlattı, seri gözaltılar Türkiye ve Kürdistan’da yapıldı.

ABD veya bazı batılı devletlerin bu aşamada PYD’yi karşılarına alacaklarını sanmıyorum, ama Kobani ve Afrin arasında oluşacak bir ’tampon bölge’de Türkiye’nin kontrolü veya PYD’siz bir kontrol gündeme gelebilir. Ama bunun da uzun süreli olacağını sanmıyorum. Eğit-donat programı ile eğitip planlanan tampon bölgeye gönderilen Türkmenlerin başına gönderilen gelenler bilinmektedir. Çok geçmeden anlayacaklardır ki, planlanan tampon bölgesine defileye gönderir gibi silahlı Türkmenleri göndermek öyle kolay değil ve bölgenin kendi dengeleri Türkiye’yi yeni sürprizlerle karşı karşıya getirebilir. DAİŞ’e karşı olası bir Türk ve Kürt birlikteliğine bu aşamada şans vermiyorum, ama kesintiye uğrayan İmralı-Ankara-Kandil görüşmelerinin yeniden gündeme gelmesi, doğal olarak Batı Kürdistan’daki ittifakları da etkiler. Rusya ve İran’ın giderek bölge ve uluslararası alandaki konumlarının, ABD veya koalisyonun Esad güçlerine karşı olası saldırılarında ’frenleyici’ bir rol oynayacağını, hatta önemli sayıda Arap devletlerinin de Türkiye’nin artan rolünden daha fazla rahatsız olacaklarını düşünüyorum. Ama yine de devlet çıkarları, her zaman yeni sürprizlere yol açabilir.

Gabar Çiyan: IS taraftarları Malmö’de polislerin yanında ve açıkça, karşıtı gösteri yapanlara karşı taşkınlık yapmış. IS, birçok AB ülkesinden, Ortadoğuya savaşçı yolluyor ve büyük paralar aktarıyor. Son haberler, BOSNA da arazi satın aldıkları ve kamp açtıkları yollundadır. Türkiye de kampları olduğu iddia edilen IS’i şu an durduran, Kürt güçleridir. Peşmerge ve PYD dir. Türkiye’nin bombalamasıyla, iki tarafla savaş vermek zorunda kalan Kürt PYD güçlerinin zayıf düşmesiyle, IS’ın Türkiye ve Kurdistan’daki işbirlikçilerinin daha güçleneceği, büyük karışıklar çıkaracağı, Avrupaya giden yolun, Balkan üzerinden daha rahat olacağı korkusu var. Eylemlerini Avrupa’ya ve ABD’ye daha rahat kaydırma kaygılarından bahsetme gereğini düşünüyorum. Bu konudaki düşünceniz ne? IS karşıtı ittifakında yer alan ülkelerin, Türkiye’nin Kürt güçlerini bombalamasına karşı tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Osman Aytar: DAİŞ, belirttiğiniz belli bazı yollarla eylemlerine Avrupa ve ABD’ye de kaydırabilir, ama bu devletlerin daha önce meydana gelen eylemlerden dolayı önemli hazırlıklar içinde olduklarını da söylenebilir. Fakat DAİŞ’in buralarda eylemlere karar vermesi halinde yine de bazı boşluklardan yararlanabileceği söylemek mümkündür. Ama DAİŞ’ın bugünkü koşullarda Avrupa ve ABD’de büyük eylemlerden kaçınacağını tahmin ediyorum, ama yine de bilinmez.

Türkiye’nin Kürt güçlerine yönelik saldırılarına gelince. ABD, NATO ve belli bazı batılı devletler, Türkiye DAİŞ’ten çok PKK kamplarına yönelince, birbiri ardına açıklamalar yaptılar. Hemen hem hepsi ’Türkiye’nin terörizme karşı mücadelesini destekliyoruz’ deseler de, Kürtlerle bir an önce barış masasına oturulması gerektiğini de vurguladılar. ABD özellikle, kendi anlaşmalarının PKK’ye karşı yapılan saldırılarla ilgili olmadığını açıkça ifade etti. Bu açıklama, ABD’nin Türkiye’nin İncirlik üssü ve uluslararası koalisyonla işbirliği karşılığında, Türkiye’nin PKK’ye karşı saldırılarına ’sessiz’ kalmış olabileceğine yorumlanabilir. Ya da PKK’nin biraz ’zayıflatılması’na da onay vermiş olabilir. Ama ortada olan, Türkiye’nin DAİŞ’e karşı mücadelesinin bir laf olduğu, DHKP-C’ye yönelik operasyonların da sınırlı oldukları ve nerdeyse tüm gücünü PKK’ye saldırıya kilitlediği söylenebilir. İşte burada, ABD, NATO ve batılı devletlerin önemli bir kesiminin, eskisi gibi ’Türkiye’nin terörizme karşı mücadelesini destekliyoruz’ demekle kalmadıklarını, Kürtlerin de bir taraf olarak masaya oturması gerektiğini belirtiyorlar ki, bence bu altı çizilmesi gereken yeni bir gelişmedir diye düşünüyorum.

Gabar Çiyan: Barış ve çözüm sürecinin yeniden kaldığı yerden başlamasının şartı ne? Barış nasıl sağlanır?
Osman Aytar: Önce bu son savaşın nasıl başladığı ile ilgili olarak bir iki şey söylemek istiyorum. SGDF’li gençler daha önceleri bu yılki yaz kamplarının Kobani’de olacağını ilan etmişlerdi ve onları Suruç’ta katletmeyi kendi planına almak isteyenler de belli bir hazırlık yapmışlardı. Bu gençlerin katledilmesinin bir çok amacı vardır. Örneğin Kobani şahsında Kürtlere gidecek yardımlarla ilgili bir gözdağı verilmek istendi. Ayrıca, HDP’nin bünyesinde Kürtlerle dayanışma içinde olan Kürt olmayan kesimlere de bir gözdağı verilmek istendi. Bu yönüyle Suruç katliamın Roboski katliamı ile karşılaştırmak mümkündür. Nasıl ki devlet kendisinden ‘kopma’ gösteren belli bazı Kürtlere gözdağı vermek için Roboski’de insanlarımızı katlettiyse, Suruç katliamı da gözdağı vermek anlamında Türklerin ve Türkiyeli diğer halkların bir Roboskisidir diye düşünüyorum. Adıyaman’da bir askerin, Ceylanpınar’da iki polisin ve Diyarbekir’de ise bir trafik polisinin öldürülmesi, her ne kadar ilk iki olay HPG tarafından üstlenildiyse de, bana göre her üç eylem de devletin savaş hazırlıklarına hizmet etti.

Bu son savaşa giden süreçlere bakıldığında, çözüm sürecinin kaldığı yerden başlamasının zaman alacağı, hatta gelişmelere bağlı olarak başka bazı alternatiflerin de gündeme gelebileceği söylenebilir. Bence öncelikle yaşanan bu savaş ortamından nasıl çıkılacağını düşünmemiz lazım, çünkü savaştan çıkış, olası yeni barış süreçlerine de önemli etkilerde bulunabilir. Denilebilir ki peki neler yapılmalı? Bazılarını daha önce de başka vesilelerle dile getirdiğim önerilerimi maddeler halinde sıralayacak olursam, şöyle bir tablo ortaya çıkabilir:

1-Öncelikle silahların karşılıklı durdurulması için herkesin elinden geleni yapması lazım. HDP, BDP, HDK, DTK ve İmralı heyetinin ‘Size savaş yaptırmayacağız’ açıklaması; Azadi Hareketi, ÖSP, PAK, PAKURD ve PDK-BAKUR’ün ‘Savaşa hayır, insanlar ölmesin’ çağrısı; Diyarbekir’de 640 kurum tarafından yayınlanan deklarasyon ile Kürdistan ve Türkiye’nin değişik illerinden başlatılan benzeri inisiyatifler, Kürdistan ve Türkiye toplumlarındaki farklı renk ve seslerin harekete geçirilmesi anlamında bu alanda atılan önemli adımlardır. Halen bu tür girişimler arasında genel bir koordinasyon sağlanmasa bile herkes kendi tarafından savaşın sona erdirilmesi ve daha etkili bir barı ve çözüm sürecinin başlatılmasına katkıda bulunabilir diye düşünüyorum. 2-PKK, KCK, HPG ve ilgili diğer örgütler, zorunlu meşru savunma dışında asker, polis ve devletle ilişkili sivil kesimlere yönelik ‘infaz’, ‘saldırı’, ‘cezalandırma’, ‘misilleme’ gibi eylemlerden uzak durmalı.
3-Devlet ve AKP’nin ‘her türlü teröre kar
şıyız’ adı altında PKK ve PYD’yi DAİŞ ile ‘aynılaştırma’ politikasına ve Kürt, Türk veya başka demokrasi ve özgürlük güçlerine karşı başlatılan operasyonlara karşı kararlı tutumlar sergilenmeli.
4-PKK, KCK, HPG ve ilgili di
ğer örgütler dahil Kürt ve Kürdistanlı parti ve örgütler, HDP ve onun eş başkanlarına yönelik çok yönlü kampanyalara karşı çıkmalı.
5-Parti ve örgüt aç
ıklamalarında, basın-yayın organlarında, sosyal medya platformlarında ve yaşamın diğer alanlarından parçalar arası gerginleştirici adım ve açıklamalardan kaçınılmalı.
6-Yurtd
ışındaki destek ve dayanışma eylemlerinin, bazı örgüt ve kesimlerin arasındaki ‘sorun’ ve ‘dargınlıkları’ giderici daha geniş koordinasyonlarla yapılması için ilk adımlar başkasından beklenmeden birleştirici inisiyatifler geliştirilmeli.
7-ABD, AB ve benzeri uluslararası güçlere ilişkin tutumlarda, onları karşıya almaktan öte, yapıcı öneri ve eleştiriler esas alınmalı.


Böylesi bir perspektifle savaştan çıkılması durumunda, Kürt ve Kürdistanlıların konumlarının güçlenebileceğini düşünüyorum. Olası yeni görüşmelerde kimlerin ‘taraf’ oldukları açıklığa kavuşmalıdır. PKK ve bağlantılı örgütler de, eğer sadece kendileri örgüt olarak ‘taraf’ olmayacaksa ve bir ‘Kürt tarafı’ndan bahsedilecekse, o zaman geniş Kürt ve Kürdistanlı kesimleri kapsayıcı bir ‘Kürt tarafı’ için daha yoğun çabalar içine girmelidirler. Görüşmelere parlamentonun da dahil edilmesi ve üçüncü bir tarafın bulunmasında ısrar edilmesi de, yeni görüşme süreçlerinde göz önünde bulundurulması lazım diye düşünüyorum. Bu ve benzeri istemler önemlidir, ama bunlar olmasa da, süreç savaştan önceki yerden başlasa bile, PKK, HDP veya sürece katılabilecek başka parti ve örgütler var olan olanaklardan adil ve demokratik çözümler için yararlanabilirler. Mevcut savaşa rağmen ben gelecek için umutluyum, çünkü Kürt ve Kürdistanlılar çok önemli kazanımlara ve de öyle kolay kolay geriletilemeyecek güce sahiptirler.

09/08-2015, röportaj Tigris Gazetesi'nin bugünkü sayısında yayınlanmıştır...

Osman Aytar kimdir?
1960’ta Siverek’te do
ğdu. İlk ve orta öğrenimini Siverek’te, lise eğitimin Besni’de yaptı. 1980’de Diyarbekir Fen Fakültesi’de girdi ve bir yıl sonra Diyarbekir Tıp Fakültesi’ne geçti. 1982’de DDKD/KİP’e yönelik polis operasyonu nedeniyle öğrenimini bırakmak zorunda kaldı ve Batı Kürdistan’a geçti. 1983 sonlarında İsveç’e giderek siyasi ilticada bulundu. 1986’da siyasi ve demokratik mücadeleye katılım amacıyla ülkeye döndü. 1990’da Partiya Pêşeng’e (PPKK) yönelik bir operasyon kapsamında gözaltına alında ve İstanbul ile Diyarbekir’de ağır işkence gördü. 1992 sonların Medya Güneşi genel yayın yönetmeni oldu ve 1993 başlarında bir yazısı nedeniyle tekrar tutuklandı. İki ayrı yazı ve IHD’nin İstanbul’daki bir panelindeki konuşması nedeniyle toplam 6 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Cezaların onaylanması ile tekrar yurtdışına çıktı ve 1994’te İsveç’e döndü. Stockholm Üniversitesi’de sosyoloji bölümüne girdi ve 2007’de doktora tezini tamamladı. Şu an Stockholm’e yakın Malardalen Üniversitesi’nde sosyal hizmetler alanında doçent olarak çalışmalarını sürdüren Aytar, daha önce İstanbul’da yayınlanan GAP, Hamidiye alayları ve Köy Koruculuğu, Güney Kürdistan’daki siyasal sistem ile ilgili kitapları yanında, göçmenlik, etnisite, entegrasyon, diaspora, devletsizlik, sivil toplum örgütleri, sağlık hizmetlerindeki eşitlik gibi konularda yayınlanmış kitap, rapor ve makaleleri mevcuttur. Şu an Stockholm’da yaşayan Aytar, Kürdistan ve Türkiye üzerine de güncel makaleler yazmakta, televizyon, radyo, konferans ve seminerlerde tartışmalara katılmakta ve sunumlar yapmakta. Evli ve iki çocuk babasıdır.

Inga kommentarer:

Skicka en kommentar