måndag 21 september 2015

Abdullah Demirbaş’ın tutuklanması acı vericidir

Sur Belediyesi eski başkanı Abdullah Demirbaş hakkında, Ağustos başlarında, verilen kararla, bir daha, tutuklanarak cezaevine konuldu. Suçunu bilmiyoruz. İddialar ve konut sorunuyla bağlantılı şüpheler var.  Yani, iddia ve şüphelerden dolayı tutuklu.

Aslında Demirbaş hakkındaki, “iddia ve şüpheler” yeni değil. 2009’da da tutuklanmıştı. O zamanda iddia ve şüpheler” vardı. Çok dil ve kültürlülük konusunda uzman, toplumda huzur, barış ve gelişiminde olumlu rol oynayan değerli aydın ve siyasetçilerin, iddia ve şüphelerle tutuklanması ve tutuklu kalması acı vericidir.

Abdullah Demirbaş Hoca, uzun zamandır hasta. ‘Ven Tromboz’ hastalığı hayli ilerlemiş durumdadır. Bu türden hastalıkların tedavisi, hastanede ve konuda uzman hekimlerin gözetiminde mümkündür. Demirbaş’ın sağlık durumunu, tutuklanmasına karar veren merci, adalet ve insan haklarıyla yetkili hükümet üyelerinin bildiğini düşünüyorum.

2009 yılında tutuklanması sonrasında, cezaevinde sağlığı bozulmuş, hastaneye kaldırılmıştı. Geçici tedavilerle tutukluluk hali devam edince, Demirbaş’ın durumu hepten bozulmuştu. İç hukuk ve insan hakları sözleşmelerinin, tedavisi içerde mümkün olmayan tutuklu ve mahkumlar konusundaki insani yaklaşım, malesef o zaman yetkili makamlarca dikkate alınmadığı için, olay, yurt içinde ve dışında tepkiye neden olmuştu.

Abdullah Demirbaş’ın serbest bırakılıp, tedavisinin hastanede yapılması için, yurt içinde ve yurt dışında kampanyalar başladı. Konunun ciddiyetinden haberdar edilmesi ve gerekenin yapılması için, zamanın Cumhurbaşkanı, Başbakanı ve Adalet Bakanına yazıldı. Avrupa’da kurulan, Abdullah Demirbaş’la dayanışma komitesi, üyesi ve insan haklarıyla yakından ilgilenen birisi olarak, bu kampanyayı yürütenlerden birisiydim. O zaman Amed’e (Diyarbekir) gittim ve avukatıyla görüştüm. Doktor raporlarını toparladım. Hastalığı, bulunduğu durumu ve hukuksal sorunu konusunda bir rapor hazırladım. Bunu, dayanışma komitesi, 4 dile çevirdi. Rapor, ulusal ve uluslararası dayanışma ile, AB’nin insan haklarıyla ilgili bölüm ve çalışanlarına, AB ülkeleri meclis dış ilişkiler komisyon üyelerine, insan hakları örgütlerine ve insan sağlığı ciddiye alan insani örgütlerin ilgili kişilerine, birinci elden ulaştırmasında, rol aldım. Abdullah Demirbaş’ın serbest bırakılıp, hastanede tedavi edilme istemi konusundaki kampaya çok önemli örgüt ve şahsiyetler imza koydu. Kampanya yurt içinde ve dışında büyüdü.

Renkli kültürel kişilikleriyle politika yapan insanlarımızın, hukuktan çok, siyasi düşünceleri ve çalışmalarından dolayı zaman zaman tutuklanmaları ve ceza istemi, günümüzde anlayışla karşılanacak bir durum değildir. Üstelik çok hasta olan birisinin, ısrarla içerde tutulup, ölümüne göz yumulması hoş karşılanacak bir olay olmasa gerek. Bu tür konularda, biz insan hakları çalışanlarının, destek isteyip, sığınacağı tek yer, kanun ve anlaşmalardan çok, insan güzeliğinin saklı olduğu, kalbi ve vijdani, olmaktadır.

O zaman Abdullah Demirbaş’ın konusu, kamuoyunun ve cumhurbaşkanı, başbakan ve adalet bakanı makamının da duyarlı olmasıyla çözüme kavuşmuş, Demirbaş 2010 Mayısında serbest kalmıştı.

Serbest bırakılması ardından Diyarbekir’e, insan hakları ihlalerini yerinde görmek için değil, bu sefer sevincimizi, verilen adaletli kararı, Abdullah Demirbaş’ın makamında, Sur belediyesi’nde bana ikram ettiği çay ile, kendisiyle paylaştım. Sağlığını sordum. İsveç’li doktorlardan birisi, hastalığı konusunda çalışmaların olduğunu, Demirbaş’ın, İsveç’e ziyeret edeceği bir zamanda, muayanehanesine beklediğini söylemişti. Ben de kendisine aktardım. Ancak, Demirbaş’ın acı gülümsemesini gözlerinden okumak zor değildi. Sonradan görüştüğüm avukatı, Demirbaş’ın serbest bırakılmasına rağmen, yurt dışına çıkışının yasaklı olduğunu vurgulamıştı.

İddia ve şüphelerle, hasta bir vatandaşın tedavisini engeleme, bunu yaşam hakkı üzerinde görme kabul etmek zordu.

Kampanya, bırakıldığı yerden tekrar startını verdi. Bu sefer Demirbaş üzerine konulan yurt dışı yasağının kalkması içindi. Gün boyu çalıştığımız günler oldu. Demirbaş gibi birçok hasta tutuklu ve mahkum vardı. Bu kampanya bir yanıyla politik çekişmelere taraf olmadan, ülkedeki demokrasiye katkı sağlamak içindi. Tutuk ve cezaevlerinde hasta ve tedaviye muhtaç olan kişilerin sağlığını ciddiye almakta hedeflenmişti. Ceza kesilen insanlarımıza, ikinci defa ceza biçilmesine karşı idi. Kampanya büyüdükçe büyüdü. Cezaevindeki hasta tutuklular için, sınır ötesi, ideoloji ve inançlar dayanışması yaratıldı.

Mart 2012’de Abdullah Demirbaş üzerindeki yasak kaldırıldı. Demokrasi kazanmıştı. Kalbindeki insani duygu ve vijdani sesi dinleyenler, buna katkı sunanlar kazanmıştı. Bu insani çığlığa kulak veren her kes, tüm insanlar ve doğru karar veren yetkili makamlar kazanmıştı.

Evet dostlar, Abdullah Demirbaş malesef yine cezaevine konuldu. Hastanede tedaviye muhtaç, bir şahsiyet, yine idia ve suçlamalarla dört duvar arasına tıkıldı. Bu ülke tarihinde bir türlü son bulmayan ve sonu gelmeyen en hüzün verici yanı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Sur Belediyesi eski Başkanı Abdullah Demirbaş gibi şahsiyetlerin içinde bulunduğu, dil, kültür, sanat ve edebiyatla ilgilenen birçok politikacı hakkında, iddia ve kalıpsal şüphelerle, tutuklama kararları verilmesidir. Cezaevine konulmasıdır. Sürgünde yaşamını yitirenler, bu uygulamanın, en acı ve hüzün veren tarafı olmaktadır.

Çok kültür ve inançların olduğu bu topraklarda yaşayanlara daha çok özgürlükler için çalışan ve toplumsal barış için hizmet eden politikacılar üzerindeki baskılar son bulmalıdır. Hukuksal suçlama, modern ölçüleri esas almalıdır.

Bu anlamda, iddialar üzerine tutuklanan Abdullah Demirbaş’ın serbest bırakılması önem arz etmektedir. 21 Eylül 2015

Zarathustra Gabar Çiyan
Kordinatör
Eurokurd News- İnsan Hakları Dökümentasyon Ofisi 



onsdag 9 september 2015

İsveç Sosyal Demokrat Milletvekili Serkan Köse: Barış ve çözüm için arabulucu olmaya hazırız

İsveç-Türkiye ilişkileleri çok iyi. Özellikle Türkiye’nin, AB üyeliğini açıkça destekleyen, bununla yetinmeyip, üye olması için çaba gösteren birlik ülkeleri arasında yer alıyor. Sanırım bunu, İsveç’in ulusal bir politikası olarak görmek yerinde olur. Bir önceki muhafazakar, Moderat Parti’nin başında olduğu hükümet, aynı çizgide yürüdü. O zamanın Dışişleri Bakanı Carl Bildt bunu açıkça söylemişti.

Sosyal Demokratların başında bulunan şu andaki hükümetin Dışişleri Bakanı Margot Wallström, Uluslararası Olof Palme Merkezi’nin davetlisi olarak İsveç’e, 20 Ağustos’ta gelen, HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ile yaptığı görüşme sonrasında, Türkiye hükümetine yönelik, karşılıklı ateşkesin ilan edilmesi ve kalındığı yerden tekrar Çözüm Süreci’ne dönülmesi, yolundaki çağrısı önemliydi. Mesajdaki diğer önemli bir vurgu ise dışişleri bakanın, Türkiye’nin, AB üyeliğini desteklediklerini açıklaması idi. Bu, şu anlama geliyordu. İsveç, insan haklarına her zamanki gibi önem veriyor, Kürt sorunun barışçıl yollarla çözümünü önemsiyordu. AB üyeliği için, Türkiyenin yanında olduklarına vurgu yapılıyordu. Şüphesiz ki, siyasi sorunların diyalog yoluyla çözümde, barışçıl olduğu kadar, arabuluculuk rolünde de, İsveç saygın bir ülke.

 Son iki yıldır, devlet ve PKK arasında süren çözüm sürecinde, silahlar susmuştu, Kürt dili ve edebiyatı çalışmaları önem kazanmıştı. Kürtler, legal alanda kendini ifade etmeye yöneldiği ve barışçıl çözümüm umutlarının güçlendiği bir anda, çatışma ortamına tekrar dönülmüştü. HDP Eşbaşkanının son gezisi ve İsveç Diş İşleri Bakanı Wallström’ün son açıklaması, İsveç’in, sürecin kalındığı yerde tekrar başlaması için arabulucu olması, konusu konuşulmaya başlandı. Demirtaş’ın ziyareti hemen sonrasında, İsveç Sosyal Demokrat Partisinden ve Uluslararası Olof Palme Merkezi’nden bir grup parlamenter, siyasetçi ve yetkili CHP, HDP ve AKP yekilileriyle görüşmek üzere Türkiye’ye gitmesi, barış için arabulucu olmaları konusundaki beklentileri daha da güçlendirdi.

Bizler, bu konuda daha fazla bilgi almak için, İsveç Milletvekili Serkan Köse ile görüştük. İsveç’te, gençlik sorunlarını yakından takip eden, işsizlik ve uğraşları konusunda uzman bir politikacı, Sosyal Demokratların insan hakları sözcüsü Serkan Köse, bizlere, katıldığı Türkiye ziyaretleriyle ilgili önemli bilgiler verdi. Röportajı sunuyoruz…

Serkan Köse kimdir?
Serkan Köse:
İç Anadolu Kürtlerin yoğun yaşadığı Konya iline bağlı Cihanbeyli’nin Yeniceoba Kasabasında dünyaya geldim. Ailemle birlikte, 10 yaşındayken İsveç’e geldim. Geldiğim günden bu yana Stockholm’un yabancıların yoğun yaşadığı Botkyrka belediyesinde yaşamaktayım. Liseden sonra Stockholm Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi ve iktisat Fakültesinde okudum. Siyaset ve iktisat bilimi üzerine master yaptım.

 
Sırasıyla, Sosyal Demokrat kadın kolları, İsveçin en büyük işçi sendikası olan Kommunal´de (belediye ve bazı kamu işçileri) ve Handels'de (ticaret işçileri sendikası) basın ve iletişim danışmanlığı yaptım.

Ondan sonra iki sene İsveçin en büyük işçi eğitim kurumu olan ABF'in Botkyrka ve Salem bölgesinin ombusmanlığını (yöneticilik) yaptım.

Ekimden bu yana İsveç parlamentosunda milletvekiliyim. Parlamentoda iki ayrı komisyonda görevli, tek Sosyal Demokrat milletvekiliyim; Çalışma Komisyonu’nunda, partimin ‘İşsiz gençliğin sorunları’ndan sorumlu sözcüyüm. Dış İlişkilerKomisyonu’nda da, Sosyal Demokratların ‘İnsan Hakları’ndan sorumlu sözcüsüyüm.


Parlamento görevlerimin yanısıra, üçüncü dönemdir, Stockholm’un Botkyrka Belediyesi Meclis Üyeliği ve Belediye yönetimi görevini de yürütmekteyim. Bunun yanısıra, 2011'den bu yana Sosyal Demokratların, Botkyrka bölge Başkanlığı'nı yapmaktayım. 2013'den bu yana Sosyal Demokratların il Yönetimi'nde bulunmaktayım.


Görüldüğü gibi parti adına yerel, bölgesel ve ulusal alanda görevlerim var. Tempo yoğun. Ama bütün bu görevleri en layık bir şekilde üstlenmeye çalışmaktayım. Hedefim bütün bu görevleri ve sorumlukları bize destek veren insanlarımıza en güzel bir şekilde hissettirmek.


Önce, HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Olof Palme Merkezi'nin davetlisi olarak İsveç'e geldi. Dışişleri Bakanı ve Palme Merkezi sorumluları ve bu ara birçok politikacıyla görüştü. Selahattin Demirtaş'ın ateşkes ve barış konusundaki görüşleri, İsveç Sosyal Demokratları arasında nasıl bir izlenim bıraktı?
Serkan Köse: Sayın Selahattin Demirtaş’ın Isveç´e gelişi ve barış dolusu mesajlar vermesi benim ve partim için büyük bir önem taşımaktadır. Türkiye’nin içinde bulunduğu çatışma ortamından bir an önce çıkması için, yapılan bu ziyaret ve verilen mesajlar büyük bir önem taşımaktadır. Burada hem Sayın Demirtaş’ın ve hemde hükümetimizin mesaji cok açıktır. Silahlar derhal sussun ve müzakere masasına tekrar dönülsün.

Kürt sorunun silahla ve çatışmayla değil, demokratik bir ortam ve zeminde tartışılmasını savunmaktayız.  Onun için, sayın Demirtaş ve partisi HDP´nin bu konuda samimi olduğunu ve barış için çalıştıklarının izlemini aldık. Bu da HDP´yle var olan ilişkilerimizi daha güçlendirecektir. Barış sağlanılması için atılan her adımı ve buna hizmet eden her kimse, o’nu/ onları sonuna kadar destekliyeceğimizi vurgulamak istiyorum.

Kısa süre önce İsveç Sosyal Demokrat Partisi ve Olof Palme Merkezin’nden bir grup milletvekili ve yetkiliyle, Türkiye’de, CHP, HDP VE AKP yetkililerinin yanısıra, bölge geziniz esnasında belediye başkanı ve değişik kurumlarla görüşmelerde bulundunuz.
Gezinizin amacıne idi? Kimlerle görüşüldü? Ele alınan konular ne idi?

Serkan Köse: Sizinde belirtiğiniz gibi, sırasıyla CHP, HDP ve AKP ile üst düzeyde görüşmeler yaptık.

Bu gezinin üç amacı vardı; birincisi, kendimize ideolojik olarak yakın hissettiğimiz ve kardeş parti olarak tanımladığımız, CHP ve HDP ile olan ilişkilerimizi tazelemek ve onları ziyaret etmekti.

Aynı zamanda, iktidar partisi AKP ile de görüştük. Süreçte yaşanan son gelişmeler konusunda onların düşüncelerini aldık. Bizlerde, süreçle ilgili düşüce ve kaygılarımızı dile getirdik.

İkincisi, Diyarbakıra gittik ve oradaki sivil toplum örgütleriyle görüşüp, onların süreç hakkındaki gelinen son noktayla ilgili düşüncelerini almak istedik. Bu gezide, sivil toplum örgütleriyle ilişkilerimizi de geliştirmeye önem verdik. Diyarbakir Barolar Birliğini, başkan ve yöneticilerini, İHD Diyarbakır şubeşini, başkan ve yöneticilerini, KJA'nın Diyarbakır'daki merkezini, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eşbaşkanı Gülten Kışanak'ı ve Demokratik Toplum Kongresi-DTK Eş Başkanı Hatip Dicle´yi ziyaret ettik.

Bu arada, Irak'ın kuzeyinde bulunan Şengal'e, 1 yıl önce Daeş'in saldırması sonrasında, günlerce dağlarda aç ve mahsur kalan, daha sonra, açılan koridor ile, önce Zaho'ya, ardından sınırı geçerek Diyarbakır'a gelen, “Şengal Ezdi kampında” kalan Ezdileri, ziyaret ettik. Bu görüşme, Ezdilerin, içinde bulunduğu zor durumu ve yaşam koşullarını anlamamız için önemli idi. Belediye, elinden ne geliyorsa yapmaya calışsa da, durumları hiçte iyi değil. Her türlü yardıma ihtiyaçları var.

Gezimizin üçüncü amacı, var olan çatışma ortamının durması için bir rol oynayabilir miyiz, diyerek, bu yönlü barışçıl yaklaşımımızı, görüştüklerimize ilettik.

Kisacası bizim açımızdan, bu görüşmelerin tümü verimli ve olumlu geçti. Önümüzdeki süreçte, bu görüşmleri tekrar değerlendirip, verimli bir çalışmaya dönüştürmek isteriz.


Dışişleri bakanı Margot Wallström, Ateşkesin olmasını, PKK ve devletin tekrar çözüm masasına oturma istemini açıkladı. Türkiyede hem iktidar hem muhalif parti temsilcileriyle görüştünüz. Barış ve çözüm sürecinin yeniden başlaması için, edindiğiniz izlenim neler?
Serkan Köse: Görüştüğümüz herkes, silahların biran önce susmasının gerekliliğini dile getirdiler. Savaşın çözüm olmadığını ve bir an önce silahların susması gerektiğini ilettiler. Bu konuda bizim bir rol oynayabileceğimizi ve bunu destekleyeceklerini söylediler.
 
Halkın savaşı istemediğinin izlemini aldık. İnsanlar meselenin, barışçıl bir ortamda tartışılmasını ve görüşmeler yolu ile çözülmesinin gerektiğini söylüyor. Ancak bu konuda devletin, gereken sorumluluğunu yerine getirmediğini ve çözüm sürecinin önünü tıkattığının algısı var halk arasında. Buna rağmen, görüştüğümüz birçok insan, barıştan yana umutlu olduklarını ve tarafların masaya tekrar oturacağını, söylemeleri hayli olumlu bir yaklaşım olarak görüldü.

Hemen barış ve sürecin bittiği yerden, tekrar başlaması için neler yapılması lazım? Türkiye de ve Kurdistan da savaş karşıtı olan kesimin umut ve beklentileri var, özellikle İsveç Sosyal Demokratların arabulucu olması ve barışçıl rol oynaması açısından. Bu konudaki düşüncenizi almak istiyordum...
Serkan Köse: Bir an önce silahların susması ve ateşkesin ilan edilmesi gerekir. Savaşa karşı olan herkesin, çatışan tarafları, sorunun çözümünde silahı değil, barışçıl ve demokratik çözümleri tercih etmeleri için, daha çok, daha kapsamlı baskı yapmaları gerekir.

Bu konuda, belirtiğim gibi, eğer bize barışın sağlanması için bir rol düşüyorsa ve böyle bir talep varsa her türlü çalışmanın içinde olacağımızı ve elimizden ne geliyorsa yapmaya hazır olduğumuzu dile getirmek isterim. Bunu zaten görüştüğümüz kişi ve siyasi partilere de söyledik. Eğer taraflar, barış için bir rol almamızı istiyorlarsa, böyle bir rol için hazır olduğumuzu belirtmek istiyorum.
 
Yine altını çizmek istiyorum: Kürt Sorunu savaşla ve silahla değil, demokratik zeminde çözülmesi gerekiyor. Bizlerde de bu konuda üzerimize düşen görevi yerine getirmeye hazırırız. Yeterki savaş dursun, olmasın. İnsanlar ölmesin. Bir an önce silahlar sussun ve çözüm süreci kaldığı yerden devam etsin.

Röportaj: Z. Gabar ÇIYAN

måndag 7 september 2015

Gazeteci Cevat Korkmaz Çözüm Sürecini değerlendirdi: Çatışmalı ve güvensiz ortamın ekonomiye zararı büyük


Gazeteci-Yazar Cevat Korkmaz 1984’te başlayan çatışmalı ortamın ve sonrasında gelen baskınlar, operasyonlar, karşılıklı öldürülmelerle devam eden olay ve gelişmeleri yakından takip etti, bölgede aktif gazetecilik yaptı. Kürtlerin, sadece Türkiye değil, iran ve Irak rejimleri baskısı altındaki yaşamını yakından gördü. Çileli yaşamını yazdı. Politik gazeteciliğinin tecrubesi, serbest ticaretle birleşince, ekonomi politik alanındaki görüşleri ile öne çıktı, hayli önemli görüldü. Özellikle sosyal medyada, yapıcı, tarafsız, isabetli yaklaşım ve analizleriyle dikkatleri üzerine çekti. Şiddete karşı çıktı ve barışı savundu hep. Bunu yaparken, haksız tarafı da yapıcı bir dil ile eleştirip, uyarmayı ihmal etmedi.

 
Diyarbakır da 1962 de doğdu. Gazeteciliğe küçük yaşlarda babası Aziz Korkmaz'ın yanında başladı. Çeşitli gazetelerde çalıştı. 1987 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesindeki eğitimini, cezaevine girdiği için yarım bırakmak zorunda kaldı. Aynı yıl ’Ortadoğu Haber Ajansı- ORHA’yı kurdu. Bu bölgede kurulan ilk özel haber ajansıydı. Ajans prima işlere imza attı. Yurt dışında ve içinde haberleri ORHA mahreciyle yayınlandı. Halepçe katliamı sonrası, tüm Dünyanın dikkatlerini üzerinde toplandığı bölgedeki, etkin ve kilit isimlerden, IKDP lideri Mesut Barzani'yle görüşen ilk gazeteci oldu. Mesleki kuruluşlardan ödüller aldı. Ajans bünyesinde ’Yeni Çizgi’ isimli bir dergi çıkarttı. ’Kürt Kapanı’ isimli bir kitabı ve ’Babamın Karıları’ adlı senaryosu bulunmaktadır. Halen, gazeteciliği yanında, serbest ticaret yaparak yaşamını sürdürmektedir.

 
Gazeteci-Yazar Cevat Korkmaz, Çözüm Süreci ve sonrasında başlayan çatışma ortamı değerlendirdi. Ve hemen barışın şartlarıyla ilgili düşüncesini paylaştı. Kendisiyle yaptığımız röportajı sunuyoruz. 

 
Uzun dönem bölgede gazetecilik yaptınız. Turgut Özal ve sonrasında gelen cumhurbaşkanı, başbakan ve hükümet üyeleri, Kürt sorunundan bahs etti. Umutlar verildi. Tabi iyleştirmeler de var. Ancak hukuksal anlamda atılan adım yok. Kürtlerle adı konulmuş, imza altına alınmış bir anlaşma yok. Siz bu süreçleri, tavır ve yaklaşımı nasıl yorumluyor sunuz?
Cevat Korkmaz: Merhum Özal'la başlayan Kürt sorununa çözüm süreci, Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller'le sürdürülmek istendi. Özal dışındaki girişimler halk tarafından samimi bulunmadı. ’AB yolu Diyarbakır'dan geçer’ ve benzeri gibi açıklamalar, unutuldu ve ciddiye alınmadı. Çözüm, yerini, her seferinde olduğu gibi şiddete bıraktı. Özal'ın akıbeti ise bugün hala tartışılıyor.

 Bana göre, siyasi iradeye karşı derin devlet her zaman direnç gösterdi. AKP'ye kadar hiçbir hükümet, devleti tam anlamıyla kontrol edemedi. Recep Tayyip Erdoğan'la başlayan süreçle, ezberleri bozan gelişmeler yaşandı. Oslo gorüşmeleri, Paris cinayetiyle sekteye uğrasa da, İmralı, Kandil ve hükümet gorüşmeleriyle devam etti. Çözüme dönük büyük bir umut yeşermişti. Ne olduysa 8 Haziran seçimleriyle oldu ve barış masası bir anda devrildi. AKP'yi hükümet yapan ittifaklar dağılmıştı. İktidarla Cemaat arasındaki iktidar kavgası, çözüm sürecini gerileten en büyük etken oldu, zira o güne kadar içeride tutulan generallere ’Pardon’ denildi. Şiddetin yeniden artması, şahinlerin serbest bırakılmasıyla da bağlantılı olabilir. Çünkü, tümünün itibarı iade edildi. Bugün ise halkta tam bir güvensizlik hakim.

 
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve PKK lideri Abdullah Öcalan’la başlatılan çözüm süreci boyunca, insanlar ölmedi, askeri ve polisi harcamalar eskildi ve ekonomik anlamda Türkiye’nin güçlenmesi dünyada konulur oldu. Seçimden hemen sonra başlayan çatışma ortamıyla, Dünya, Türkiyedeki iç savaşı ve bunun ekonomiye ve bölge güvenliğine getireceği zararı konuşuyor. Bu çatışmalı ortamın, ekonomiye ve bölge güvenliğine, her iki halka getireceği zararlar konusundaki düşüncenizi paylaşmanızı rica edecektim...
Cevat Korkmaz: İnsanların ölmesi elbetteki güvenlik ortamına tesir edecek, ekonomiye yansıması olacaktır. Politik şiddetin sıkça eleştirilen en katı yanı, yeri doldurulmayan ve ardından acılar bırakan, insan kaybıdır.

 
Özellikle Ortadoğu coğrafyasında ciddi bir itibar kaybı vardır. İzlenen dış politika fazla başarılı sayılmamakta. Örneğin, İŞİD politikalarında direnen hükümet, ABD'yle sürpriz bir şekilde anlaşarak, sözde de olsa IŞİD'ı hedefine koymuştur. Ancak Dünya basını ve kamuoyu, bunun karşılığında Kürtlere operasyon sözü alındığını ve uygulamaya konulduğunu söylüyor.

 
Artan ekonomik sıkıntılarla birlikte çatışma alanları genişlemiş, insan hakları temelinde Avrupayı endişelendiren bir sürece girilmiştir. Çatışmaların olduğu bölgelerdeki son durum, Metropollerde de olumsuz etkilerini hissettirmeye başladı.

 
Bu durumların geçmişte yaşandığı ülkelere bakın, tümü ekonomik olarak ciddi darbeler almıştır. Bu anlamda Türkiyenin, çatışmalı ortamdan etkilenmemesinin imkanı yok. Nasıl ve ne kadar sorusu ise, piyasaya yansımasıyla cevabını bulacaktır. Türkiyedeki piyasaya daha yakından bakacak olursak, küçük ve orta işletmelerde konuşulanlar şu:

 
Vadeli mal satışları durdu. Bankalar vadesi gelmemiş borçları çeşitli bahanelerle erken istemeye başladı. Dövizdeki çılgın artış, ithal malların temininde sıkıntı yaratıyor. AB ülkelerindeki tedirginlik basında daha sık dillendirilir oldu. Yabancı birçok bankanın Türkiyeden çekileceği söyleniyor. Üstüne İktidarın, kimi sermaye gruplarına yönelik operasyon başlatacağına dair iddialar eklenince, piyasalar daha da kasılsdı. Doğudan batıya göç de başladı. Kentlerde insanlar erken saatlerde evlerine çekiliyor; tıpkı 90'larda olduğu gibi.Yargı sistemine olan guvensizlik nedeniyle, yabancı ortak edinmiş holdinglerin, adil alınmamış kararları Avrupaya taşıyacağı da güçlü bir ihtimal gibi gorünüyor…

 
Çözüm sürecinde haksız olan taraf değil, daha çok çözümü çözümsüzlüğe iten sebepler üzerindeki görüşünüzü merak ediyordum. Bu süreçteki önemli eksiklikler nelerdi?
Cevat Korkmaz: Çözüm sürecinde eksik olan, görüşmelerin halka kapalı olarak yapılmasıdır. Hatta parlemento bile bunun dışında tutulmuştur, denilebilir. Bunun sancıları devam etmektedir. Görüşmelerin içeriği ile ilgili sivil toplum kuruluşları ve halk yeterince bilgilendirilmemiştir. Kapalı kapılar ardında verilen sözler ve sürece dair önemli detaylar bugün hala bilinmemektedir. Dolmabahçe mutabakatından sonra, Cumhurbaşkanı sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın 2 yılı aşkın süre devam eden müzakereleri gözardı eden açıklamaları, halk nezdinde erken seçim bahanesi olarak algılanmıştır.

 
Kalıcı barış için umut vaad eden süreci durduranlar, sadece Kürtler nezdinde değil, Türkler nezdinde de itibar kaybettiğini söyleyebilirim. Şüphesiz ki tüm bu gelişmeler sandığa yansıyacaktır.

 
Hemen barış ve çözüm sürecinin yeniden başlaması nasıl sağlanır?
Cevat Korkmaz: Hemen barış biraz zor sağlanır. Barış sürecini, tek taraf ya da bir kişinin taleplerine kilitlenmemelidir. Geniş tabanlı bir hükümet bunu başarabilirdi. Hatta MHP'nin de dahil olacağı bir ittifak, sorunlara şefaf çözümler üretebilirdi. Bir referandum seçeneği bile gündeme getirilebilirdi. Bunun sayısız yararı olur.

 
Metropollerde yaşayan Kürtler, geleceklerinden ciddi endişe duymaktadırlar. Yer yer yaşanan münferit olaylar, toplumsal reflekse donüşmeden ve çok geç kalınmadan iç dinamiklerin sorumluluk alması gerekmektedir.

 
Ayrıca, bu havada sandık güvenliği saglanamayacagı için, güvenli bir seçim yapılacağı inancında değilim. CHP, özellikle Suruç olayı ertesinde sorumlu davranmış ve bölgeye heyet gondermiştir. MHP ve AKP oylarıyla meclis araştırma talebi red edilmiştir. Suruç ile ilgili, tıpkı Roboskı olayında olduğu gibi samimiyetsiz davranılmış ve katliamlar adeta kamufle edilmiştir.

 
Şu an barış pek mümkün gözükmüyor gibi görünse de, sonuçta, dünyanın birçok yerinde Kürt Sorununa benzer sorunların çoğu diyalogla çözüme kavuşmuştur. Dünya Barış Haftası münasebetiyle şunu söylemek istiyorum:

 
Yeniden alevlenen çatışmalara karşı yükselen barışçıl seslere; çocuklarını kaybeden analar ve aile bireylerinin tepkilerine, sorumluluk bilinciyle savaşa karşı tavır koyan aydınların istemine, barış olması, çözüm sürecine bırakıldığı yerden başlaması için hükümete baskı yapan, insani örgütler, değişik ulusal ve uluslararası çevrelerin seslerine kulak verileceğini düşünüyorum. Tarafların, bu seslere kulak verip, görüşme masasına oturmaları gerekliliği istendikçe ve baskılar artıkça, barış ve çözüm sürecine tekrar bırakıldığı yerden başlanacak ve akan kan duracaktır.


Söyleşi: Z. Gabar Çiyan