fredag 21 augusti 2015

‘Çözüm Süreci’nin mimarlarından Gazeteci Cemil Aydoğan'la 'süreç sonrası çatışma ortamını ve barışın şartlarını konuştuk

Gazeteci Yazar Cemil Aydoğan bir barış insanı. Barış ve insan haklarına gönül vermiş biri. İnsan hakları çalışmalarından dolayı birçok ödül almış. Alınan bilgilere göre, Nobel Barış Ödülü’ne de aday gösterilmiş. İnsanlık mücadelesi açısından Hz. İbrahim’i incelemiş, kitap yazmıştır.
Aydoğan, devlet ve PKK arasında uzun süren savaşta, esir düşen asker ve sivilerin kurtarılmasıyla tanındı. Daha sonra, PKK ve devlet arasında ateşkesin zeminini hazırlama girişimi de eklendi. ‘Çözüm Süreci’ adlandırılan süreç, PKK’nin ateşkes ilan etmesinden sonra atılan adımdı. Aydoğan, bu süreçte arabulucu olarak, önemli rolü vardı.

EuroKurd News-İnsan hakları dökümentasyon ofisi kordinatörü gazeteci-yazar Zarathustra Gabar Çiyan, insan hakları aktivisti, Gazeteci Cemil Aydoğan’la çözüm süreci öncesini, PKK ile görüşmeler, MİT’e iletilen bilgiler, ateşkes süreci, yapılan hatalar, sürecin çatışmayla son bulduğu bu günü masaya yatırdı. Hemen barışın koşullarının nasıl yaratılacağı sorusu, en son ele alınan konu oldu. Paylaşıyoruz, röportajı.


Zarathustra Gabar ÇIYAN: 2012’de ekopolitik kurumlar adına PKK Avrupa temsilciliği ile, aynı yılın aralık sonunda Kandilde PKK’nin elinde bulunan kamu görevlisi ve sivilerin serbest bırakılması ve ateşkes için, PKK başkanlık konseyi temsilcileri Sabri Ok ve Zeki Sengali ile görüştünüz. Görüşmelerden çıkan üç öneriyi MİT müsteşarlığına ulaştırdınız. Birinci maddesi, BDP merkez yöneticilerinin Abdullah Öcalan ile görüşmesiydi. Diğer iki madde hakkında bizleri bilgilendirir misiniz?
Cemil Aydoğan: PKK’nin elinde esir bulunan asker ve sivillerin kurtarılması ile kamuoyunda barışa bir adım atmak amacı ile, barışçıl bir arabulucuya ihtiyaç vardı. Ekopolitik yöneticileri, dönemin Cumhurbaşkanı  sayın Abdullah Gül ile görüşmüşler. Görüşmeden sonra, Ekopolitik koordinatörü Sayın Tarık Çelenk beni İstanbul’a çağırdı. Bana ‘esir askerlerin kurtarılması ve barış zeminini araştırılması’ amacı ile PKK’nin Avrupa sorumlusu ile görüşmede bulunmak üzere sorumluluk vermek istediklerini söylediler.

Gerekçede, 1996 tarihinde, Irak Kurdıstanındaki PKK’ye ait Zap Kampı’nda, esir bulunan dokuz askerin, PKK yetkilileri ile görüşen heyetin koordinatörü olarak, askerleri, bir sürü zorluk ve sıkıntılar sonrasında ailelerine sağ salim teslim etme deneyim sahibi olduğuma dayanarak, bu görevi bana vermek istediklerini söylediler.

O ara Almanya’daki rezervasyon,  gidiş geliş programları da kendileri tarafından yapılmıştı. Haziran 2012’de PKK’nin Avrupa sorumlusu ile Stutgart kentinde görüşmelerde bulundum. Barış taleplerim kendileri tarafından not alındı ve bu bilgiler Kandile ulaştırıldı. Kandil yetkilileri, 2012 Aralık ayında beni davet ettiler. Kandilde PKK başkanlık konseyi adına Sabri Ok, Zeki Şengali ve bir yazman ile görüştüm. Orada PKK önderi Sayın Abdullah Öcalan ile ilgili görüşmeler birinci plana çıktı. Üç saatlik görüşme sonunda bana şifayi olarak üç öneri sundular:

1. BDP merkez yöneticilerin, Sayın Abdullah Öcalan ile görüşmelerin sağlanması.
2. Bu mümkün değilse, sayın Abdullah Öcalan’ın avukatlarından Kandilin uygun göreceği beş veya on avukat  arasında bir heyetin oluşması
3. Buda sıkıntı yaratıyorsa, benim başkanlığında Ekopolitik içinde, benim uygun gördüğüm bir heyeti, makul bulacaklarını söylediler. Ayrıca Sayın Başbakana da benimle ilgili, ‘’Başbakanlık basın yayın ve enformasyonda danışmanlık yapmış, ve 2009 da Sayın Başbakan Erdoğan’ın genel başkanı olduğu AK PARTİ’nin Kızıltepe Belediye başkan adaylığını yapmıştır. Biz, kendisinin barış ve insan hakları samimiyetine inanıyoruz.  Sayın Başbakan da bu samimiyete inansın’’, dediler.

Bu önerileri, Mardin’de beni bekleyen Ekopolitik yetkililerine, MİT müsteşarlığına ulaştırmak üzere şifayi bilgiler verdim. Kendileri, MİT müsteşarlığında yapılan olumlu bir görüşmeden sonra, bilgileri, dönemin  Başbakanı sayın Recep Tayyip Erdoğan’a sundular. Sayın Erdoğan da, uygun olan birinci maddeyi kabul ettiler. Bunun onaylanması, askerlerin teslimi ve 2013 Newroz’unda ateşkesin fiili olarak hayata geçmesini beraberinde getirdi.

Başlatılan sürecin alt yapısı hazırlanmamıştı . Otuz yılı aşkın savaşan bir gerilla mücadelesinin elbetteki önemli demokratik ve siyasi talepleri vardı. Sorunlar ertelenerek, ateşkes kararı hayata geçirildi. Örneğin ana dil ile eğitim, kimlik-kültürel haklar herkesi kapsayan bir siyasi af ve bana göre de biçimsel değişiklikleriyle beraber, İspanyanın Bask özerk sistemi ideal çözüm sistemlerinden biri olabilirdi. Ben konferanslarda ve açıklamalarımda bu demokratik ve siyasi talepleri, bir demokrasi zeminin oluşması amacı ile sürekli olarak paylaşmaya çalıştım. Ancak devlet ve Öcalan heyetleri arasında bu sorunlar fazla tartışılmadı. Kalıcı barışın teminatı olan, demokratik ve siyasi taleplere cevap verebilecek reformlar masaya yatırılmadı, fazla konuşulmadı.

Bu süreçte benim korktuğum, bu kriterlerin yeterince tartışılmadan ateşkesin hayata geçirilmesiydi. Zaman zaman bizdeki hükümet ve devlet yetkililerini anlamakta zorluk çekiyorum. Bakınız, bir örnek vereyim. 35-40 miyonluk nüfusuyla statüsüz bırakılan Kürt halkı, kendi topraklarında söz sahibi olma ve daha çok özgürlükler istemesi kadar doğal birşey olamaz. Irak, Suriye ve Iran Kürdistan’ında gelecekte, halk özerk federasyon veya bağımsız bir devlet gibi çözümlere, barışçıl yöntemlerle  ulaşabileceğine inanıyorum.  IŞİD denen vahşi terör örgütü, bu süreçleri sabote etmek için ortaya çıkarıldı. Tarih, Kürt ve Ortadoğu’daki birçok kültüre saldıran IŞİD vahşetine karşı savaşan Kürt halkı, ABD, AB ve diğer koalisyon ülkelerinin, insanlık adına verdikleri bu onurlu mücadelelerini mutlaka yazacaktır. Bu zorlu mücadele, sonuçta bölge demokrasini güçlendireceği gibi, burada insan haklarına saygıyı ve özgürlükleri de getirecektir.

İnsan haklarıyla yakında ilgilenen bir kişi olarak, Türkiye’de, mevcut sınırlar içinde, Anadolu ve Mezopotamya haklarının kendilerini özgürce ifade edebileceği bir sistem ve anayasa ile kalıcı barışın mümkün olabileceğini, düşüncesindeyim. Çünkü bu halklar bu coğrafyada bin yıldır iç içe yaşayan topluluklardır. Ulusların kendi kaderlerini tayin etme de dahil, tüm demokratik haklarıyla özgür bir ortamın yaratılması için, konunun tartışılmasını savunan bir şahsiyet olarak bilinmeme rağmen, 2013’te, Batman’da, Yerel medya ve Kürt konferansınd, Başbakanlık Basın ve Enformasyon dairesi, içlerinde benim de olduğum birkaç kişiye, barış ve çözüme katkılarımızdan dolayı, onur ödülleri verildi. Bir yandan, çözüme katkı için ödül veriliyor. Öte yandan, devlet ve hükümet konferanslarında Kürt halkının demokratik talepleri hiç telaffuz edilmiyor. Bu siyasi çelişkiyi anlamak gerçekten de zor.

Zarathustra Gabar ÇIYAN: Uzun süre ateşkes devam etti. Kürt dili ve edebiyatı üzerindeki baskılar hafifledi, silahlar sustu, analar ağlamadı. Bu süre içinde askeri ve polisiye harcamaları azaldı, ülke ekonomisi güçlendi. Kürtler legal alanda kendini ifade yönelimi güçlendiği bir anda yeniden çatışma ortamına dönüldü.


Biz insan haklarının ilgisini çeken, bu süreçteki genel eksikliklerini öne çıkartmaktır. Sizce anlaşmada ve pratikte yaşanılan eksiklikler, sürecin son bulması ve çatışmayı tetikleyen ana nedenler nelerdi?
Cemil Aydoğan: Doğrudur. Üç yıla yakın bir süredir halklarımız barış içinde yaşadı. En kötü barış en iyi savaştan daha iyidir. Temelsiz barış talepleri de, en iyi savaştan daha iyidir. Kürt halkının demokratik talepleri olan, ana dilde eğitim, kimlik ve kültürel haklar, genel af gibi talepler kamuoyunda tartışılmadı. Sadece haklarımız Sayın Öcalan’ın, Dolmabahçe de, Hükümet ve İmralı HDP heyeti arasında okunan on maddenin açıklamasından haberdar olmuştur. Bu on madde Kürt halkının taleplerini karşılamayan maddelerden oluşuyordu. Sayın Öcalan bu maddelerin tümünde Kürt halkından bahsetmiyordu. Ancak bu ülkede demokrasinin yerleşmesi için, bu maddeler umut vaat ediyordu. Bu barış ve çözüm girişimlerinde Kürt halkının doğal olarak siyasi ve insan haklarında vaz geçilmeyen demokratik  talepleri tartışılmadığı için, birileri kendi siyasi çıkarları için Sayın Öcalan’ın bu demokrasi taleplerini de ciddiye almayarak Sayın Öcalan ve devlet arasında yapılan görüşmelerin kesilmesine de neden oldular.

Karşılıklı görüşmelerde muhataplar dışında, uluslararası anlamda tanınmış kişilik ve herhangi bir ülke ya da insani kurum,  ülkedeki sivil toplum ve ya bazı kanaat önderlerinin gözlemci olarak bu heyete yer almaması, tarihi bir hata olarak görmek gerekir. Bu heyetler arasına kim doğru söylüyor, kim yanlış söylüyor, konuşmaları da kamuoyunda tartışılmaya neden olmuştur.

Bu sürecin bitmesinde su bardağı zaten dolmuştu. Diyarbakır, Suruç ve Ceylanpınar katliamları sadece bardağı taşıran damlalar oldu. Bu ateşkesin mimarı ve arabulucu olan bir barış aktivisti olarak, taraflar arasında gördüğüm boşlukları birkaç başlık altında sıralayabilirim:

1. Devletin zaman kazanmak amacı ile sonuç alıcı olmayan gerekçelerle Sayın Öcalan ile yılarca muhatap olması.
2. Hükümetin çözüm ile ilgili direk muhatap olmaması, sorumluluk almayarak sorumluluğu devlet yetkililerine bırakması.
3. Heyetlerin görüşmelerinde tarafsız gözlemci bir heyetin yer almaması.
4. Kandilin ısrarla HDP heyeti dışında kendilerinin de uygun gördükleri bir kişinin de Öcalan’ın heyetinde yer almasını istemelerine rağmen bu talebin kabul edilmemesi bu talep Kandil ve devlet arasında kuşku ve güvensizliği beraberinde getirmiştir.
5. Ateşkes ile beraber heyetler arasında güven ve samimiyet zemini oluşmamış, bu üç yılık çözüm süreci heba edilmiştir.
6. Zor günlerde, hükümet ve devlete yardımcı olan devletin bir numaralı muhatabı olan Sayın Abdullah Öcalan’a ev hapsi ve ya görüşme ve irtibatın rahat olduğu özel bir ceza evinin tahsis edinmemesi gibi gerekçeler başlıca kopuş nedenleri olmuştur.

Zarathustra Gabar ÇIYAN: Başbakan yardımcısı ve devlet bakanı Bülent Arınç’a yönelik 05 Ağustosta kendisini şahsi ziyaret sonrasında ulaştırılan mektubunuzun bir örneği var masamda. Görüşmelerin yeniden başlamasını istiyor ve vazife almaya hazır olduğunuzu belirtiyorsunuz. Arınç’ın yeni bir sürecin başlaması konusundaki tavrı nasıldı? Edindiğiniz izlenimleri paylaşır mısınız?
Cemil Aydoğan: Sayın Arınç ve eski başbakan yardımcısı Sayın Beşir Atalay ile çözümle ilgili konferans ve oturumlarda insan hakları barış ve demokrasi taleplerini paylaştığım ve saygı duyduğum önemli şahsiyetlerdir.

Başbakan yardımcısı sayın Bülent Arınç’tan randevu talebim aynı günde olmuş, programı yoğun olmasına rağmen randevu talebimi aynı günde kabul etmiştir. Katıldığı konferansı yarıda keserek Başbakanlıkta beni kabul etmiş, yaptığımız görüşmeden sonra tekrar konferansa gitmiştir.

Benim barış için görüşme talebimi tahmin eden sayın Arınç’ın aynı gün beni kabul etmesi benim barış taleplerime ne kadar değer vermesinin de bir göstergesidir. Aldığım duyumlara göre Sayın Arınç’a gönderdiğim barış raporu, hükümetin üst düzey yetkilileri tarafından olumlu olarak değerlendirilmiştir.

Yeter ki barış girişimlerinde samimiyet olsun, iki tarafında bizlere güveni olsun. Geçmişteki sonuç alıcı barış girişimlerimiz, geleceklerimizin de aynasıdır. Hepimiz bu vicdani aynada kendimizi görürsek, bu ülkede barışın gerçekleşmemesi için hiçbir  neden söz konusu olamaz. Sayın Çiyan, sizde bulunan ve sayın Arınç’a gönderdiğim genel değerlendirme ve herkesi kapsayan ‘altı maddelik öneri paketi’m mevcuttur. Barış taleplerinde bu altı maddenin hayata geçirilmesi şartı ile devreye girmek gerçekçi bir davranış değildir. Ancak iki tarafa objektif hitap eden bir uzlaşma köprüsünü yaratacak olan barış kriterlerinin korunması şartı ile Kandile gitmek dahil olmak üzere her nevi göreve cesaretle hazır olduğumu demokrat kamuoyu ile paylaşmak istiyorum.

Zarathustra Gabar ÇIYAN: Sürecin kaldığı yerden ya da yeni bir çözüm sürecinin başlamasının şartı ne? Bu nasıl mümkün olabilir?
Cemil Aydoğan: Tüm toplumsal ve kurtuluş mücadelelerinde devlet sistemleri silahlı muhalefet güçlerini Terör örgütü olarak suçlamıştır. İRA, BASK, AFRİKA ve FİLİSTİN örneklerini vermek yeterlidir. Tarihi şahsiyetlerden de bahsetmek gerekirse, Osmanlı sistemine göre Mustafa Kemal asi ve vatan hainiydi. Rus çarına göre Viladimir İliç Lenin hain ve anarşisti.  Roma’ya göre Spartaküs haindi. Atina’ya göre Sokrates düşüncesi kabul olmayan suçlu bir haindi. Ancak tarih, bu insanların kendi haklı davaları ile zafere gittiklerinin bir göstergesi olmuştur. Sistemler tarafından idam edilenlerde tarihin altın sayfalarına yazılarak günümüze kadar insanlık mücadelesinin önderleri olarak kalmışlardır. Türkiye de ki Kürt sorunu da tarihteki benzeri olayların aynısıdır. Kürtler MEDLER den gelme 2700 yılık yazılı tarihi olan bir halktır. Birinci dünya savaşında dört ülke tarafından bölünmüş bir halktır.

Soyut kardeşliğin modası da zamanı da geçmiştir. Egemen güçlerin politikaları gereği biz kardeşiz ancak senin dilin, kültürün, ismin ve  senin tarihin ve coğrafyanın tamamı da benimdir. Önce  kardeşlik için, Kürt halkının dilini, kimliğini, tarihini ve coğrafyasını tanımak zorundasın. Bir arada yaşamak için tüm haklara eşit hitap eden demokratik bir sistemi hayata geçirmek zorundasın. Bu demokratik talepler hayata geçtiği takdirde, bu iç içe olan ülkede bölünmenin zemini de ortadan kalkacaktır. Ve aynı ülkede ortak yaşamın koşuluda yaratılmış olacaktır.
Bu siyasi demokratik taleplerin hayata geçmesi ile Türkiye ve Kürdistan’ın tarihi ortak coğrafyaları olan Anadolu ve Mezopatamya da aynı ülke sınırları içinde Barışın meşalesi karanlığı mutlak yenecektir. 


Gazeteci-Yazar ve İnsan hakları aktivisti Cemil Aydoğan'ın barış süreci için Başbakan Yardımcısı Devlet Bakanı Bülent Arınç'a yazdığı mektup

Sayın Bülent ARINÇ                                                                        
Başbakan Yardımcısı Devlet Bakanı


05.08.2015 tarihinde eşimle beraber bizi kabul ettiğiniz için sizlere teşekkür ediyorum. Zaman darlığı nedeni ile istenilen düzeyde barış sürecini dile getirme imkanına sahip olamadığım için sizlere süreçle ilgili düşüncelerimi tam olarak aktarma imkanına sahip olamadım.
Ülkemizde yaşanan şiddet ve savaş ortamının bu şekilde devam etmesi durumunda ilerde büyük sıkıntıların beraberinde gelmesine neden olacak ve karanlık örgütlerin bu ülkeye yeniden etkin olmasını beraberinde getirecektir.

1996’da PKK’nin elinde bulunan askerlerin teslim alınması heyetinde yer aldım rahmetli Necmettin Erbakan’nın bilgisi dahilinde Fethullah Erbaş başkanlığındaki heyette koordinatörlük görevinde bulundum. Zorlu ve sıkıntılı bir ortamda esir askerlerin ailelerine teslim etmelerini sağladık.
2012’de Ekopolitik kurumu adına PKK’nin elinde bulunan kamu ve sivil insanları teslim almak ateşkes için görüşmeler yapmak üzere PKK’nin Avrupa sorumlusu ile görüşmeler yaptım. Görüşme bilgilerinin kandile ulaşmasıyla 30 aralık 2012 tarihinde kandile davet edildim. Kandil’de başkanlık konseyi adına Sabri Ok, Zeki Şengali ve bir yazman ile 3 saatlik yararlı bir görüşme yaptık. Görüşme sonuçları 3 öneri şeklinde bana takdim edildi. Ekopolitik kanalı ile mit müsteşarlığına ulaştırdım. Dönemin sayın başbakanı Recep Tayip Erdoğan birinci maddede yer alana BDP merkez yöneticilerinin Abdullah Öcalan’la görüşmeyi sağlamayı uygun gördü. Bu talebin uygun görülmesi ile Abdullah Öcalan’la görüşmeler başladı ve 2013 nevruzunda ateşkes resmen ilan edildi.

Bu süreci bir yıla yakın gizli tutarak başarıya ulaşmasını sağladık. Barış girişimleri Alemlerin Rabbi inancı ve vicdani olarak insanlık mücadelesine inanan şahsiyetlerin girişimleri genelde sonuç vermektedir. Ben şimdiye kadar barış girişimlerimde genelde hep bu çizgi ile yürümeye çalıştım. Hac ve umre görevini yapan bir insan olarak şimdiye kadar yanlışa karşı hep doğrudan yana mücadele vermeye çalıştım.  2002’de Mardin’de DEHAP’tan Mardin Milletvekili adayı oldum. 2009’da Ak Parti’nin barış girişimlerinde Türkiye’de bir ufuk açtığını gördüm ve tüm sıkıntı ve tehditlere rağmen Ak partiden Kızıltepe Belediye Başkan Adayı oldum. Bu farklı düşünceler vicdani ve objektif düşüncelerimin de göstergesidir.

Barış için çözüm taleplerinde bu önerilerin mutlaka göz önünde bulundurulmasında yarar görüyorum: 1.Ortadoğu’da uluslar arası güçlerin Kürdistan’ın 4 parçası üzerindeki projelerine karşı dikkatli olunmalıdır. Kürt halkının ülkemizdeki coğrafyada olmak üzere büyük çoğunluğunun ne pahasına olursa olsun destekleri kazanılmalıdır.
2.Bu acımasız şiddet ve savaş bir an önce durdurulmalıdır. Yani en azından hava saldırıları ve PKK’nin ülke içindeki silahlı eylemlere son verilmesi sağlanmalıdır.
3.Çözüm süreci tüm Türkiye’yi kapsayacak bir şeklide oluşturulmalıdır.  Aracı heyetlerin tek partiden olması kamu oyu içinde barışın olumlu imajını bir partiye propaganda yapılmasına imkan oluşturmaktadır. Bu girişimler objektif barışa da gölge düşürmektedir.
4.Arabulucu ve barış heyeti iktidar partisi HDP ve Kürt halkı tarafından barış ve demokrasi mücadelesinde samimi olarak tanınan şahsiyetlere yer verilmelidir.

5.İnsan Hakları beyannamesinde yer alan halkların ve azınlıkların demokratik talepleri pazarlık konusu yapılmadan hayata geçirilmeye çalışılmalıdır.
6.Böyle bir barış girişiminin hayata geçirilmesi durumunda bir barış savunucusu olarak bu sürece her nevi desteği vermeye hazır olduğumu belirtmek istiyorum.


Türkçe, Kürtçe ve İngilizce özgeçmişim Google’de Cemil Aydoğan kimdir, arama motorunda bilgilerim mevcuttur. Saygılarımla, 07.08.2015

Cemil AYDOĞAN                                                                         
Mezopotamya Gazeteciler Cemiyeti Başkanı

E mail: cemilaydogan47@hotmail.com
Adres: Özgürlük meydanı genç Aykut hanı zemin kat no:2 Kızıltepe Mardin

 

torsdag 13 augusti 2015

Mesut Barzani ’çözüm sürecine’ canlılık kazandırabilir

Bir süredir, PKK ile devlet arasında son bulan, ”çözüm süreci” üzerinde, kalıcı barış ve insan hakları çerçevesinde yoğunlaşıyorum. Barzani’lerin bu sürece olan katkılarını anlamaya çalışıyorum. Konuyla ilgili açıklamalar, haberler ve değişik kişiler tarafından yapılan değerlendirmeleri okuyorum, izliyorum. Edindiğim izlenimleri noktalar halinde özetlemek istiyorum:

. Başarısız olduğu söylenilen, ancak birçok olumlu yanı bulunan ’çözüm süreci’ne, Kurdistan Federe Bölgesi Başkanı Mesut Barzani ve Kurdistan Federe Bölgesi Başbakanı Neçirvan Barzani’nin yapıcı yaklaşımlarından bahsetmek gerekir. Konu, araştırma ve incelemeye değerdir.

. Çözümün kalıcı olabilmesi için, tarafları temsil edenlerin görüşmesi önemsenmiştir. Bu, devlet yetkililerinin direk olarak PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan ile görüşme önerisiyle, şekil bulmuştur. Siyasi soruna görüşmeler yoluyla çareler üretme, ’Çözüm Süreci’ adı altında startını vermiştir. Her ne kadar bu süreç başarıyla sonuçlanmamış, çatışma ortamı takip etmişse de, bunu, tarihe mal olacak önemli bir sahife olarak kaydetmek gerekir. Bu, aynı zamanda yeni açılan bir sayfa anlamına da gelmektedir. Süreç pratikte şu anlama gelmektedir:

Öcalan, resmi olarak muhatap alınmıştır. Sorun, masaya yatırılmış, taraflara birbirini dinleme fırsatı vermiştir. İstekler not edilmiştir. Siyasi, askeri ve hukuksal sorunlar bilince çıkartılmıştır. Ulusal ve uluslararası kamuoyu gözü önünde cereyan eden bu görüşmeler barış umudu doğurmuş ve  bölge güvenliği açısından da, süreç, destek almıştır. Özellikle Türk kökenli vatandaşlara, şimdiye dek değişik yerlerden yazılıp söylenilerin dışında, beraber yaşadıkları Kürtleri ve Kürt sorununu daha iyi anlama imkanı verilmiştir ve sorunun çözümünün zor ama barışçıl çabalarla, görüşmeler yoluyla çözüm bulunacağı inancını güçlendirmiştir. Kürt siyasi hareketi, soruna barışçıl çözümler üretmek ve görüşmeler yolluyla anlaşma konusunda tecrube sahibi olmuştur. En önemlisi bu süreçte silahlar susmuş ve analar gözyaşı dökmemiştir. İstikrar sağlanmış, askeri ve polis harcamaları azalmış, ekonomi güçlenmiştir.

. Uluslararası alanda, bölge barışı ve güvenliği için, Kurdistan Federe Başkanı Mesut Barzani’nin yapıcı rolü öne çıkmış, bundan dolayı 2011’de bölgedeki istikrar için oynadığı rol ve mülteci akımına insani yaklaşımlarından dolayı kendisine, İtalya’da Nato, Atlantik ödülü verilmiştir.  Bölge hükümetinin, ABD ve AB ülkeleriyle ilişkilerini güçlendirmiştir. Hükümet, komşu ülkelerle, özellikle Türkiye ile ilişkilere, siyasi ve ekonomik anlamda güçlenmesine önem vermiştir. Barzani siyasi partilere dostane yaklaşmış, AKP ve HDP ile olan ilişkilerini geliştirmiştir. Barışçıl tavır, dostluk ve ekonomik işbirliğine dayalı bu ilişkiler, karşılıklı güveni artırmıştır.

. Kurdistan Bölge hükümetine yönelik eleştiriler, ekonominin daha sıkı kontrolü ve kişilerde toplanmış yetkilerin parlamentoya devri konusunda, yoğunlaşmıştır. Burada demokrasi konusunda eksikliklerin olduğu doğrudur. Bu yönlü reformların devam ettiği bölgede, iyleştirmeler konusu, bölge başkanlık seçimlerinin yaklaştığı bugünlerde de tartışılmaktadır. Sorun aşılacağına inanılmaktadır. Ancak bu sorunlar, var olan bir gerçeğin, Kürtlerin bölgede güçlü bir lidere ihtiyaçlarının olduğu gerçeğini gizleyemez. İnsani ve barışçıl yönü güçlü, bölge Kürtleriyle mutlak iletişim ve sorunları bilince çıkarmak için Kürtçe düşünen, ekstrem grupları durduracak, barış ve bölge güvenliği için savaş tecrubesi olan, bölge halklarıyla sorundan çok dostane ilişkiler kurmada yetenekli bir lidere ihtiyaçları var. Bu anlamda, içinde bulunduğumuz koşullarda, Mesut Barzani, bölge başkanlığına yeniden seçimi için, en güçlü isim ve aday olarak öne çıkmaktadır.

. Birkaç gün önce, içlerinde HDP’den yöneticilerinde bulunduğu ve başkanlığını HDP milletvekili Osman Baydemir’in yaptığı bir heyet, Zargeli köyündeki olayı incelemek için Kurdistan bölgesi’ne gitti. Heyet, bölge Başbakanı Neçirvan Barzani tarafından kabul edildi. Bu heyet öncesinde, tanınmış ve önemli Kürt siyasi simalarından Mıhemed Emin Pencıwini’yi de kabul eden Barzani, her iki kabulde, çözüm süresi sonrasında başlayan çatışmalara değinmiştir. Açıklamaların, hem Kürt hemde Türk tarafına da önemli mesajlar verdiğine inanıyorum:

‘Şiddet, durumu daha da karmaşık hale getirmektedir. Taraflar bundan zarar görmektedir. Beklentimiz, her iki tarafın tekrardan masa etrafında toplanması ve soruna barışçıl çözümler getirmeleridir... Tüm gücümle, bu çatışmalı ortamının son bulması , barış sürecinin kaldığı yerden devam etmesi ve tarafların görüşmelere başlaması için, çalışacağım. PKK ve devlet arasında görüşmelerin yeniden başlaması için, her yönüyle yardımcı olmaya, her zaman hazırım.’

. Sürecin son bulması ve çatışma ortamının yeniden başlamasıyla ilgili olarak Bölge Başkanı Mesut Barzani’nin eleştirisi, her iki tarafa olmuştur. Devlet kadar, PKK’nin de eleştirilmesi gerekliğini dile getirmesi ve bununla, çatışmanın getireceği zararlara dikkat çekmesi, çözüm sürecinde, gelecekte, iki tarafın daha da hasas olmaları açısından önemli. Dolayısıyla bu yaklaşım, yeni sürece saygınlığı artıracağı gibi, tarafların dostane eleştirilere toleranslı ve anlayışla yaklaşmasını sağlayacaktır.

Başkan Mesut Barzani’nin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve HDP yönetimiyle olan dostane ilişkileri, AKP’ye ve HDP’yi ikna edebilme metodu, ABD ve EU ülkeleriyle olan olumlu ilişkileri, Kürtler arasındaki saygınlığı ve son açıklamasıyla konuya tarafsız yaklaşımı, bu sorununun barışçıl yollarla çözümünde yardımcı olabileceği düşüncesini güçlendirmektedir.

Sonuç olarak, barış için çözüm sürecinin yeniden başlaması şart. Bölge barışı, bölgedeki diğer kültür ve inançlara da(Suryani, Ermeni, Ezdi...) özgürlükler getirecektir. Birileri bu sürecin, kaos ortamı oluşmadan ve olaylar kontrolden çıkmadan önce, başlaması için yardımcı olması gerekiyor.

Bu konuda çok yazıldı. Öneriler  konuşuldu. Açıklamalar yapıldı. Kurumlar düşüncelerini paylaştı. Ancak kimlerin PKK ve devleti birbirine yakınlaştırabileceği sorusuna cevap, tam olarak verilmiş değil. Bence, Kurdistan Federe Bölgesi Başkanı Mesut Barzani, yeni bir startın verilmesi, tertemiz bir sahifenin açılması ve çözüm sürecine yeniden başlanılması konusunda, barışa giden kapının anahtarı olabilir. Barışçıl ve yumuşak yaklaşımı ile, uluslararası gözlemcilerin sıfatlarını kendinde barındıran, gerektiğinde her iki tarafı olumlu bir uslüp ile uyaracak, sürecin başarılı olması için gönülden çalışacak, her iki tarafın güvenebileceği bir isimdir,  Mesut Barzani. Bölge Başbakanı Neçirvan Barzani de, Mesut Barzani’nin taraflarla atacağı temelin sağlam oturması için, çok yönlü katkılar sunabilir.

Tabi, Barzani’nin bu görevi üstlenip üstlenmeme konusu, kendisinin özgür irade ve kararına kalmış bir şey. Önemli olan husus, tarafların buna hazır olması, PKK ve devletin bu konuda, Başkan Barzani’ye güvence vermesidir, diye düşünüyorum. 13 Ağustos 2015

Zarathustra Gabar Çiyan
Gazeteci-Yazar/ Tigris Gazetesi köşe yazarı
EuroKurd News-İnsan hakları dökümentasyon ofisi kordinatörü
Stockholm

söndag 9 augusti 2015

Doçent Dr Osman Aytar ‘çözüm süreci’ni değerlendiriyor: Barışı yeniden başlamanın koşulu silahların susmasıdır


Kürt sorunu konusunda yetkin, sosyal ve siyasal konularda çalışmaları olan, halen İsveç’in Malardalen Üniversitesinde görev yapan Doçent Dr. Osman Aytar’la son gelişmeler ışığında, çözüm sürecinin yeniden başlayabilme koşullarının nasıl yaratılabileceğini konuştuk. Kendisiyle yaptığım röportajı sunuyoruz.

Gabar Çiyan: Çözüm süreci, ateşkes, karşılıklı görüşme ve anlaşma derken, savaş seçimlerden hemen sonra tekrar başladı. Devletin burada eksiklikleri ne idi sorusuyla birlikte, daha çok Kürtlerin eksikliklerine değinmenizi, bu konuda yoğunlaşmanızı isteyecektim. Sağlıklı bir çözüm süreci için neler yapılmadı, niçin?
Osman Aytar: Bu tür çözüm süreçlerinde genel bir yöntem yok ve ülkelerin değişen koşullarında değişik yol ve yöntemler gündeme gelebilmekte. Bir çok isim değişikliğinden sonra ’çözüm süreci’ olarak adlandırılan, aslında daha çok ’çatışmasızlık’ ve ’PKK’nin silahsızlandırılması’nda yoğunlaşan bu görüşmelerin içerik ve biçimlerine bakıldığında önemli bazı problemlere sahip oldukları söylenebilir. HDP heyeti veya diğer görüşmecilerin ne kadar etkili olabileceklerini bilmiyorum, ama bırakalım sürece bir üçüncü tarafın katılması, parlamentoda temsil edilen partilerin bile yeterince bilgi sahibi olmamaları, oturulan görüşme ‘masalar’ında tarafların tanımlanmaması, görüşmelerin sürdüğü bir dönemde bile devletin en yetkili ağızlarınca PKK’nin ’terörist’ olarak adlandırılması, bu görüşmelere katılan ‘Kürt tarafı’nın kendileri dışındaki Kürt ve Kürdistanlı parti ve örgütleri sürece katmak için somut çabalar içine girmemeleri gibi nedenler, görüşmelerin hem zayıf halkaları oldular, hem de görüşmelerin her an inkar edilmesi durumunu yarattı. Nitekim Dolmabahçe Mutabakatı’na Erdoğan’ın karşı çıkmasıyla bir nevi her şey askıya alındı, hatta en son Dolmabahçe’de bulunan Yalçın Akdoğan bile oradaki ’mutabakatı’ bir nevi inkar etti. Tüm bu ve benzeri nedenlerin, HDP heyeti veya PKK adına ‘dolaylı’ katılan arkadaşlar tarafından ayrıntılı değerlendirilmesi ve önümüzdeki süreçler için önemli dersler çıkarılması gerekir diye düşünüyorum.

Gabar Çiyan: Çözüm sürecin bitimi, HDP’nın başarısına bağlıyanlar var. YPG’nin IS’E karşı verdiği mücadele, Kürtlerin önemli uluslararası rol almasına da kısmen bağlanılıyor. Öte yandan, ABD’nin incirlik üsü ve tampon bölge konusunda Türkiye ile kısmi anlaşması olduğu, dünya basınına sızan haberlerden anlıyoruz. Sizce, çözüm sürecine ve buna ek olarak PYD karşıtı bir ABD tavrımı gelişiyor? Yoksa, gelecekte, Türk ve Kürt tarafını ‘IS’e karşı zorlayıcı bir birliktelik çıkma ihtimali mi var? Bu konudaki düşüncenizi almak istiyordum.
Osman Aytar: Bence HDP’nin barajı geçmeyeceği ve barajı geçmeyen HDP’nin kazanabileceği milletvekillerinin de daha çok AKP’ye gideceği, Erdoğan ve AKP tarafından düşünülmüştü. Bu nedenledir ki ilk başlarda AKP, HDP’nin parti olarak seçimlere katılmasından yana idi. Fakat seçimlerden önce HDP’nin giderek önemli gelişme göstermesi ve kamuoyu yoklamalarından barajı geçebileceğinin ortaya çıkması, hem Erdoğan’ın hem de AKP’nin yeni bazı tutumlar almalarına yolaçtı. HDP’ye yönelik provokasyon ve saldırıların önemli bir bölümünün, HDP’nin gelişmesinden kaynaklanan korkuların bir parçası olarak değerlendirmek gerek diye düşünüyorum. HDP’nin seçimlerde yüzde 13 civarındaki bir oy oranı ile 80 milletvekilini kazanması, özellikle Kürdistan’da birçok şehirde AKP’yi neredeyse silme noktasına getirmesi, ’Türkiyelileşme’ söylemi ile HDP’nin Türkiye’nin de birçok yerine girmesi ve benzeri nedenlerle Erdoğan ve AKP’nin HDP’ye olan ’hıncı’nı artırdı. Kürt kamuoyundaki önemli bazı eleştirilere rağmen, HDP’nin geleneksel Türk milliyetçiliğinin, bayrak, ortak vatan, Çanakkale ruhu gibi ’kozları’nı kendi genel politikaları içinde bir ölçüde kullanması da, Erdoğan ve AKP’lileri, hatta MHP’lileri bile küplere bindirdi. MHP lideri Bahçeli ve arkadaşlarının tüm terbiye sınırlarını yerle bir eden ırkçı saldırı ve düşmanca tutumlarını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Yani HDP’nin seçim başarısı, Erdoğan, Bahçeli ve onların ‘taifeleri’nin bir nevi ‘kimyası’nı bozdu ve gerçek niyetleri ortaya çıktı. Bir diğer deyimle büyü bozuldu ve cin şişeden çıktı. HDP’nin seçim başarısı, bu anlamı ile bugünkü savaşın önemli nedenlerden biridir, ama sadece bu değil, diye düşünüyorum.

Batı Kürdistan’da Girê Spî’nin Kürtlerin eline geçmesi ve Kobani’nin Afrin’le birleşmesi senaryolarından bahsedilmesi, zaten hep Batı Kürdistan’da Kürtlerin ilerlemelerinden korkuya kapılmış, Erdoğan ve AKP’yi daha da ürküttü. Ne pahasına olursa olsun, Batı Kürdistan’da bir devletleşmeye karşı olduklarını daha açık ifade etmeye başladılar. ABD ile son anlaşmanın en büyük nedenlerin başında, özellikle Erdoğan ve çevresindeki bu Batı Kürdistan korkusu da gelmektedir. İncirlik üssünün ABD tarafından kullanılması, DAİŞ’e karşı uluslararası koalisyonla ilgili işbirliği ve benzeri konular, ABD’nin de uzun bir süredir istedikleri idi. Türkiye’nin istediği ise Batı Kürdistan konusunda Kobani ve Afrin arasında bir tampon bölge idi ki, bu Türkiye’ye göre Kürtlerin ilerlemelerini durdurabilirdi. İşte son savaş böyle bir süreçte gündeme geldi ve Türkiye, DAİŞ’e ‘fırlattığı’ bir iki füze dışında Güney Kürdistan’daki PKK kamplarına karşı yoğun bir savaş başlattı, seri gözaltılar Türkiye ve Kürdistan’da yapıldı.

ABD veya bazı batılı devletlerin bu aşamada PYD’yi karşılarına alacaklarını sanmıyorum, ama Kobani ve Afrin arasında oluşacak bir ’tampon bölge’de Türkiye’nin kontrolü veya PYD’siz bir kontrol gündeme gelebilir. Ama bunun da uzun süreli olacağını sanmıyorum. Eğit-donat programı ile eğitip planlanan tampon bölgeye gönderilen Türkmenlerin başına gönderilen gelenler bilinmektedir. Çok geçmeden anlayacaklardır ki, planlanan tampon bölgesine defileye gönderir gibi silahlı Türkmenleri göndermek öyle kolay değil ve bölgenin kendi dengeleri Türkiye’yi yeni sürprizlerle karşı karşıya getirebilir. DAİŞ’e karşı olası bir Türk ve Kürt birlikteliğine bu aşamada şans vermiyorum, ama kesintiye uğrayan İmralı-Ankara-Kandil görüşmelerinin yeniden gündeme gelmesi, doğal olarak Batı Kürdistan’daki ittifakları da etkiler. Rusya ve İran’ın giderek bölge ve uluslararası alandaki konumlarının, ABD veya koalisyonun Esad güçlerine karşı olası saldırılarında ’frenleyici’ bir rol oynayacağını, hatta önemli sayıda Arap devletlerinin de Türkiye’nin artan rolünden daha fazla rahatsız olacaklarını düşünüyorum. Ama yine de devlet çıkarları, her zaman yeni sürprizlere yol açabilir.

Gabar Çiyan: IS taraftarları Malmö’de polislerin yanında ve açıkça, karşıtı gösteri yapanlara karşı taşkınlık yapmış. IS, birçok AB ülkesinden, Ortadoğuya savaşçı yolluyor ve büyük paralar aktarıyor. Son haberler, BOSNA da arazi satın aldıkları ve kamp açtıkları yollundadır. Türkiye de kampları olduğu iddia edilen IS’i şu an durduran, Kürt güçleridir. Peşmerge ve PYD dir. Türkiye’nin bombalamasıyla, iki tarafla savaş vermek zorunda kalan Kürt PYD güçlerinin zayıf düşmesiyle, IS’ın Türkiye ve Kurdistan’daki işbirlikçilerinin daha güçleneceği, büyük karışıklar çıkaracağı, Avrupaya giden yolun, Balkan üzerinden daha rahat olacağı korkusu var. Eylemlerini Avrupa’ya ve ABD’ye daha rahat kaydırma kaygılarından bahsetme gereğini düşünüyorum. Bu konudaki düşünceniz ne? IS karşıtı ittifakında yer alan ülkelerin, Türkiye’nin Kürt güçlerini bombalamasına karşı tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Osman Aytar: DAİŞ, belirttiğiniz belli bazı yollarla eylemlerine Avrupa ve ABD’ye de kaydırabilir, ama bu devletlerin daha önce meydana gelen eylemlerden dolayı önemli hazırlıklar içinde olduklarını da söylenebilir. Fakat DAİŞ’in buralarda eylemlere karar vermesi halinde yine de bazı boşluklardan yararlanabileceği söylemek mümkündür. Ama DAİŞ’ın bugünkü koşullarda Avrupa ve ABD’de büyük eylemlerden kaçınacağını tahmin ediyorum, ama yine de bilinmez.

Türkiye’nin Kürt güçlerine yönelik saldırılarına gelince. ABD, NATO ve belli bazı batılı devletler, Türkiye DAİŞ’ten çok PKK kamplarına yönelince, birbiri ardına açıklamalar yaptılar. Hemen hem hepsi ’Türkiye’nin terörizme karşı mücadelesini destekliyoruz’ deseler de, Kürtlerle bir an önce barış masasına oturulması gerektiğini de vurguladılar. ABD özellikle, kendi anlaşmalarının PKK’ye karşı yapılan saldırılarla ilgili olmadığını açıkça ifade etti. Bu açıklama, ABD’nin Türkiye’nin İncirlik üssü ve uluslararası koalisyonla işbirliği karşılığında, Türkiye’nin PKK’ye karşı saldırılarına ’sessiz’ kalmış olabileceğine yorumlanabilir. Ya da PKK’nin biraz ’zayıflatılması’na da onay vermiş olabilir. Ama ortada olan, Türkiye’nin DAİŞ’e karşı mücadelesinin bir laf olduğu, DHKP-C’ye yönelik operasyonların da sınırlı oldukları ve nerdeyse tüm gücünü PKK’ye saldırıya kilitlediği söylenebilir. İşte burada, ABD, NATO ve batılı devletlerin önemli bir kesiminin, eskisi gibi ’Türkiye’nin terörizme karşı mücadelesini destekliyoruz’ demekle kalmadıklarını, Kürtlerin de bir taraf olarak masaya oturması gerektiğini belirtiyorlar ki, bence bu altı çizilmesi gereken yeni bir gelişmedir diye düşünüyorum.

Gabar Çiyan: Barış ve çözüm sürecinin yeniden kaldığı yerden başlamasının şartı ne? Barış nasıl sağlanır?
Osman Aytar: Önce bu son savaşın nasıl başladığı ile ilgili olarak bir iki şey söylemek istiyorum. SGDF’li gençler daha önceleri bu yılki yaz kamplarının Kobani’de olacağını ilan etmişlerdi ve onları Suruç’ta katletmeyi kendi planına almak isteyenler de belli bir hazırlık yapmışlardı. Bu gençlerin katledilmesinin bir çok amacı vardır. Örneğin Kobani şahsında Kürtlere gidecek yardımlarla ilgili bir gözdağı verilmek istendi. Ayrıca, HDP’nin bünyesinde Kürtlerle dayanışma içinde olan Kürt olmayan kesimlere de bir gözdağı verilmek istendi. Bu yönüyle Suruç katliamın Roboski katliamı ile karşılaştırmak mümkündür. Nasıl ki devlet kendisinden ‘kopma’ gösteren belli bazı Kürtlere gözdağı vermek için Roboski’de insanlarımızı katlettiyse, Suruç katliamı da gözdağı vermek anlamında Türklerin ve Türkiyeli diğer halkların bir Roboskisidir diye düşünüyorum. Adıyaman’da bir askerin, Ceylanpınar’da iki polisin ve Diyarbekir’de ise bir trafik polisinin öldürülmesi, her ne kadar ilk iki olay HPG tarafından üstlenildiyse de, bana göre her üç eylem de devletin savaş hazırlıklarına hizmet etti.

Bu son savaşa giden süreçlere bakıldığında, çözüm sürecinin kaldığı yerden başlamasının zaman alacağı, hatta gelişmelere bağlı olarak başka bazı alternatiflerin de gündeme gelebileceği söylenebilir. Bence öncelikle yaşanan bu savaş ortamından nasıl çıkılacağını düşünmemiz lazım, çünkü savaştan çıkış, olası yeni barış süreçlerine de önemli etkilerde bulunabilir. Denilebilir ki peki neler yapılmalı? Bazılarını daha önce de başka vesilelerle dile getirdiğim önerilerimi maddeler halinde sıralayacak olursam, şöyle bir tablo ortaya çıkabilir:

1-Öncelikle silahların karşılıklı durdurulması için herkesin elinden geleni yapması lazım. HDP, BDP, HDK, DTK ve İmralı heyetinin ‘Size savaş yaptırmayacağız’ açıklaması; Azadi Hareketi, ÖSP, PAK, PAKURD ve PDK-BAKUR’ün ‘Savaşa hayır, insanlar ölmesin’ çağrısı; Diyarbekir’de 640 kurum tarafından yayınlanan deklarasyon ile Kürdistan ve Türkiye’nin değişik illerinden başlatılan benzeri inisiyatifler, Kürdistan ve Türkiye toplumlarındaki farklı renk ve seslerin harekete geçirilmesi anlamında bu alanda atılan önemli adımlardır. Halen bu tür girişimler arasında genel bir koordinasyon sağlanmasa bile herkes kendi tarafından savaşın sona erdirilmesi ve daha etkili bir barı ve çözüm sürecinin başlatılmasına katkıda bulunabilir diye düşünüyorum. 2-PKK, KCK, HPG ve ilgili diğer örgütler, zorunlu meşru savunma dışında asker, polis ve devletle ilişkili sivil kesimlere yönelik ‘infaz’, ‘saldırı’, ‘cezalandırma’, ‘misilleme’ gibi eylemlerden uzak durmalı.
3-Devlet ve AKP’nin ‘her türlü teröre kar
şıyız’ adı altında PKK ve PYD’yi DAİŞ ile ‘aynılaştırma’ politikasına ve Kürt, Türk veya başka demokrasi ve özgürlük güçlerine karşı başlatılan operasyonlara karşı kararlı tutumlar sergilenmeli.
4-PKK, KCK, HPG ve ilgili di
ğer örgütler dahil Kürt ve Kürdistanlı parti ve örgütler, HDP ve onun eş başkanlarına yönelik çok yönlü kampanyalara karşı çıkmalı.
5-Parti ve örgüt aç
ıklamalarında, basın-yayın organlarında, sosyal medya platformlarında ve yaşamın diğer alanlarından parçalar arası gerginleştirici adım ve açıklamalardan kaçınılmalı.
6-Yurtd
ışındaki destek ve dayanışma eylemlerinin, bazı örgüt ve kesimlerin arasındaki ‘sorun’ ve ‘dargınlıkları’ giderici daha geniş koordinasyonlarla yapılması için ilk adımlar başkasından beklenmeden birleştirici inisiyatifler geliştirilmeli.
7-ABD, AB ve benzeri uluslararası güçlere ilişkin tutumlarda, onları karşıya almaktan öte, yapıcı öneri ve eleştiriler esas alınmalı.


Böylesi bir perspektifle savaştan çıkılması durumunda, Kürt ve Kürdistanlıların konumlarının güçlenebileceğini düşünüyorum. Olası yeni görüşmelerde kimlerin ‘taraf’ oldukları açıklığa kavuşmalıdır. PKK ve bağlantılı örgütler de, eğer sadece kendileri örgüt olarak ‘taraf’ olmayacaksa ve bir ‘Kürt tarafı’ndan bahsedilecekse, o zaman geniş Kürt ve Kürdistanlı kesimleri kapsayıcı bir ‘Kürt tarafı’ için daha yoğun çabalar içine girmelidirler. Görüşmelere parlamentonun da dahil edilmesi ve üçüncü bir tarafın bulunmasında ısrar edilmesi de, yeni görüşme süreçlerinde göz önünde bulundurulması lazım diye düşünüyorum. Bu ve benzeri istemler önemlidir, ama bunlar olmasa da, süreç savaştan önceki yerden başlasa bile, PKK, HDP veya sürece katılabilecek başka parti ve örgütler var olan olanaklardan adil ve demokratik çözümler için yararlanabilirler. Mevcut savaşa rağmen ben gelecek için umutluyum, çünkü Kürt ve Kürdistanlılar çok önemli kazanımlara ve de öyle kolay kolay geriletilemeyecek güce sahiptirler.

09/08-2015, röportaj Tigris Gazetesi'nin bugünkü sayısında yayınlanmıştır...

Osman Aytar kimdir?
1960’ta Siverek’te do
ğdu. İlk ve orta öğrenimini Siverek’te, lise eğitimin Besni’de yaptı. 1980’de Diyarbekir Fen Fakültesi’de girdi ve bir yıl sonra Diyarbekir Tıp Fakültesi’ne geçti. 1982’de DDKD/KİP’e yönelik polis operasyonu nedeniyle öğrenimini bırakmak zorunda kaldı ve Batı Kürdistan’a geçti. 1983 sonlarında İsveç’e giderek siyasi ilticada bulundu. 1986’da siyasi ve demokratik mücadeleye katılım amacıyla ülkeye döndü. 1990’da Partiya Pêşeng’e (PPKK) yönelik bir operasyon kapsamında gözaltına alında ve İstanbul ile Diyarbekir’de ağır işkence gördü. 1992 sonların Medya Güneşi genel yayın yönetmeni oldu ve 1993 başlarında bir yazısı nedeniyle tekrar tutuklandı. İki ayrı yazı ve IHD’nin İstanbul’daki bir panelindeki konuşması nedeniyle toplam 6 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Cezaların onaylanması ile tekrar yurtdışına çıktı ve 1994’te İsveç’e döndü. Stockholm Üniversitesi’de sosyoloji bölümüne girdi ve 2007’de doktora tezini tamamladı. Şu an Stockholm’e yakın Malardalen Üniversitesi’nde sosyal hizmetler alanında doçent olarak çalışmalarını sürdüren Aytar, daha önce İstanbul’da yayınlanan GAP, Hamidiye alayları ve Köy Koruculuğu, Güney Kürdistan’daki siyasal sistem ile ilgili kitapları yanında, göçmenlik, etnisite, entegrasyon, diaspora, devletsizlik, sivil toplum örgütleri, sağlık hizmetlerindeki eşitlik gibi konularda yayınlanmış kitap, rapor ve makaleleri mevcuttur. Şu an Stockholm’da yaşayan Aytar, Kürdistan ve Türkiye üzerine de güncel makaleler yazmakta, televizyon, radyo, konferans ve seminerlerde tartışmalara katılmakta ve sunumlar yapmakta. Evli ve iki çocuk babasıdır.

Barışçıl tavır gölgesindeki NATO toplantısı


Nato, Türkiye’nin isteği üzerine bugün olağanüstü toplanıyor. Toplantı Brüksel de gerçekleşecek. Türkiye, Nato üyesi bir ülke, güçlü lobisiyle düşüncelerini üye ülkelere anlatma imkanını kullanacak. Sorunu dinleme ve tavır koyma iki ayrı şey. Nato toplantısından, Türkiyenin beklentilerine cevap verebilecek desteğin ölçüsü, önümüzdeki günlerde değişik çevrelerde tartışılacaktır. Ancak şimdiden, Nato’nun şefi Jens Stolenberg ve bazı ülkelerin açıklamalarına bakıldığında, Nato ülkelerinin, özellikle Kürt Sorunu çözümünde, insani ölçüleri göz önünde bulunduracakları, her zaman Türkiye hükümetinin istediği şekilde hareket etmenin mümkün olmadığını rahatlıkla görülecektir.

Toplantı öncesinde, insan hakları çerçevesinde ‘Kürt halkı’ ve onların ‘insani istemleri’ açısından konuyu irdelemekte fayda vardır.

Kürtler, körfez krizi sürecinden bu yana bir çok ülke ve uluslararası güçle değişik alanlarda işbirliği yaptı. Bölgede demokrasinin gelişimi için katkıda bulundu. Bu dönemde, özellikle Türkiye olan ilişkilere önem verildi. Değişik konularda, Kürdistan Federe Bölgesi, Rojavadaki yetkililer ve PKK temsilcileri, Türkiye yetkilileriyle görüştü. Devlet ve PKK arasında süren ‘Çözüm Süreci’, barış için Kürtlerde umut yaratmıştı. Süreç, dünya kamuoyu tarafından ilgi ile izleniyor, takip ediliyordu.

Kürt tarafı çok açık bir şekilde Türkiye’ye karşı tehdit oluşturma düşüncesinin olmadığını, tam tersine dostluk ilişkilerini geliştimek istediklerini, tüm sorunlarını diyalog yoluyla çözmek istediklerini değişik platformlarda dile getirdiler. Kürtler, doğup büyüdüğü topraklarda barış içinde yaşamak istiyor, bölge demokrasinin gelişimine katkıda bulunmak istiyordu.

Kürdistan Federe Bölgesi hükümetiyle birçok alanda olduğu gibi, ekonomik yöndeki ilişkiler halen iyi durumda. Karşılıklı görümeler, Kürt Bölge Hükümeti, Rojava yetkilileri ve PKK ile iyi gidiyordu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan’ın projesi olan ‘Çözüm Süreci’ olumlu yönde seyrediyor, halka barış adına umut veriyordu. Süreç, Kürtlerden ve dışardan destek alıyordu. Kaç senedir süren ateşkes, ülke ekonomisinin güçlenmesine yardımcı olmuştu. Ateşkes ve akan kanın durması, ülkeyi güvenli hale getiriyordu.

Özgürlükler, Kürt dili ve edebiyatının gelişimi, azınlık haklarının gözetimi ve Kürt sorunun çözümü konusunda, Erdoğan’ın siyaseti ve tavrı, diğer geleneksel Türkiye politikacılarından ayırıyordu. Çok açık olmasa da, kendisine karşı gizliden gizliye bir sempati yaratıyordu. Her ne kadar son seçimlerde sert çıkışlar olsa dahi, halkın Erdoğan ve Öcalan’dan beklentisi, kan dökülmeden, barışa ve çözüm sürecine daha önem vermeleri yönünde idi.

Bugün beklenen Nato toplantısı gerçekleşiyor.

Ülkede bombalar patlıyor, insanlar ölüyor, gerilla, asker ve polislerin cesetleri taşınmaya başlıyor. Milliyetçiliğin sesi sloganlarda yükseliyor, kahramanlık ve zafer şarkı ve türküleri çalınıyor. Kaç yıldır sağlanan güven ve dostluk köprüleri bir bir yıkılacak. Lagal partilerin kapatılması ve milletvekileri dokunmazlıklarından bahsediliyor. Kısacası, halkın barış ve çözüm umutları, diyalog yerine, silahların namlularına bağlandı. Yine analar kara bağlayıp, ağıt yakıyor.

Ve Nato tüm bu olanları görüyor. Çünkü var olan gerçekliğin saklanması artık zor. Natoya üye ülkeler, sırf siyasi ve ekonomik çıkarları için, Türkiyede demokrasi, barış ve insan haklarını isteyenlere kulak kapayamaz. Bu konuda Nato Şefi sayın Jens Stoltenberg’nin toplantı öncesi açıklaması ilgi çekicidir:

‘Türkiye’nin kendini savunma hakkı var. Ancak bunun sınırı aşmaması gerekmektedir. Türkiye, Kürtlerle kendi arasında inşa ettiği köprüleri yıkmamalıdır. Kaç yıldır Kürt sorunun barışçıl yollarla çözümü için yapılanlar boşa gitmemelidir...’

Bence, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başkan Öcalan, Jens’in düşüncesini önemli görmeli, değerlendirmelidir. Süren politik oyunlara dur denilmelidir. Her iki tarafı bir birine kırdırmaya çalışan milliyetçilik, Türk ve Kürt yönetimi tarafından görülmeli, önlem alınmalıdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan, kalındığı yerden Başkan Öcalan ile birlikte çözüm sürecini yeniden başlatmalıdır. Çözüm süreci, seçime, seçimde kazanılacak oylara kurban edilmemelidir. Nato, Türkiye’de insan hakları ve azınlık haklarını ayaklar altına alacak bir alete dönüşmemelidir. Kürt sorunu görülmeli ve çözümü için insani adımlar atılmalıdır. 29.07.2015


Zarathustra Gabar ÇIYAN

Gazeteci-Yazar
EuroKurd News-
İnsan hakları dökümenatsyon ofisi kordinatorü


 
Not: Bu analiz, Diyarbakır da günlük Türkçe ve Kürtçe olarak çıkıp, bölgede dağıtılan Tigris gazetesinin 30.07.2015 sayısında Kürtçe olarak yayınlanmıştır.